ANKARA AYAZINDA BİR PAZAR.

1982 yılıydı. ODTÜ’de ikinci yılımın başları. 8. Yurt, 6. kat. Ankara ayazı yüzüme yüzüme vuruyor daha Eylül bitmeden. O sene kış erken bastırmıştı. Üstüne bir de o boğucu baskı havası. Sıkıyönetim var, her köşede asker. Yurdun kantininde çay içerken bile gözler üzerimizde gibi hissediyorsun. 12 Eylül’ün ardından gelen o ağır korku iklimi, gençliğimizin üstüne bir gölge gibi çökmüştü. Ama gençlik işte… İçimizde hala kıpır kıpır bir şeyler var.
Fotoğraf merakı o yıllarda da bende vardı. Liseden beri cebimde hep bir fotoğraf makinesi taşırım. O yaz, harçlığımı biriktirip küçük bir Kodak almıştım. 35 mm lensli. Ne görürsen onu çeker. Sanat yapayım derdi yok, ama cebine atar çıkarsın. Otu böceği bile çekerim hevesle. O makineyi aldığım gün var ya, sanki dünyalar benim olmuştu.
O pazar günü de öyle bir gün dü işte. Seçmen kütüğü sayımı var. 82 Anayasası oylanacak. Sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş. Yurt kantini bile kapalı. Kapının önüne çıkmak yasak. İçimizde hafif bir gerginlik ama daha çok sıkıntı var. Ne yapacaksın, dört duvar arasında pineklemekten başka?
Üç arkadaş yangın merdivenine çıktık. Elimde makinayı görünce çocuklar da gaza geldi. “Hadi ya, çek bi’ iki kare!” dedi biri. Ben de hevesliyim zaten. Ankara ayazında elim titriyor ama deklanşöre basarken o heyecan, o keyif… Sanki yasakları deliyoruz. Sanki özgürüz.
Beş-altı kare çektim. Çektik işte, ne çekeceksen. Gök yüzü mü, ağaç mı, bir yurdun penceresi mi… O an önemli olan o klik sesi. Bir dakika geçmedi, anons:
“Yangın merdiveninde fotoğraf çekenler, makinayla birlikte danışmaya gelsin!”
İçime bir ateş düştü o an. Terlikler ayağımda, makinayı kaptığım gibi indim aşağı. Daha merdivenin başında jandarma. Üç kişiler. Sert bakışlı, silahlı. “Komutan sizi çağırıyor. Bizimle geleceksiniz.”
Ayakkabı giyeyim, üstüme bir şey alayım diyorum, dinleyen yok. Kısık sesle ama buyurgan: “Hemen.”
Ve işte o soğuk, o ayaz, o kamyonetin arkasında titreyiş…
Karakola vardık. Kuş uçumu 1500 metre ya var ya yok. Ama ayaklarım donmuş, sanki kilometrelerce yürümüş gibiyim. Çavuş, “Burada bekleyin!” dedi. Girdi içeriye. Biz üçümüz, o ayazda, kapının önünde ayakta dikiliyoruz. Konuşmaya bile çekiniyoruz. Sesimiz bile üşüyor sanki.
Bir on dakika, belki yirmi. Ayaklarım uyuşmaya başladı. Soğuğa alışığım aslında, ama bu bambaşka. Eğildim, yere çömeldim, bağdaş kurdum. Biraz olsun ısınırım belki. Kapıdaki asker gördü:
“Kalk, oturma! Komutan kızıyor.”
Kalkamam dedim. “Ayaklarım üşüdü abi.”
Dediğimi duydu mu duymadı mı bilmiyorum. Çavuş geri geldi, “Komutan çağırıyor.”
İçeri girdik. Komutan, gözleri makinede.
“Bu kimin makinası?”
“Benim.”
“Askerlerimin nöbet yerlerini neden çekiyorsun?”
Baktım makineye, baktım komutana. O makinayla o mesafeden kimsenin nöbet yerini çekemezsin ki. Çocuk oyuncağı gibi bir şey zaten.
“Komutanım,” dedim, “bu makineyle oradan kimseyi çekemezsiniz. Olsa olsa gökyüzü, yurttan bir pencere falan çıkmıştır.”
Ama nafile. “Ben gördüm,” diyor. “Sen karakolun fotoğraflarını çektin!”
Anlatıyorum, dilim döndüğünce. “Komutanım, filmde tek kare karakol yok. Bastıralım, bakın isterseniz.”
“Olmaz,” diyor. “Filmi çıkarayım vereyim,” dedim. “Delilleri mi yok edeceksin?”
Nihayet biraz insafa geldi galiba. “Tamam,” dedi, “Çavuş, bunlarla gidin, Ankara’da açık fotoğrafçı bulun, bastırın filmi.”
Bindik yine kamyonetin arkasına. Soğuk vuruyor suratıma. Emek Mahallesi’nden girdik, Kızılay’a vardık. Sonunda bir fotoğrafçı, ışığı yanıyor. Kapıyı çaldım, adam pencereye çıktı. Yanımda jandarmayı görünce ödü patladı:
“Açamam!” dedi. “Sokağa çıkma yasağı var!”
Ne dediysem fayda etmedi. O korku dönemi işte. Herkes tetikte. Eli boş döndük karakola. Komutan:
“Tamam, makine burada kalsın. Yarın bastırır, getirirsin.”
Ertesi gün makinayı aldım, fotoğrafları bastırdım. Karakolun tek bir karesi yok. Götürdüm gösterdim:
“Tamam,” dedi. “Çekmemişsin.”
Yurda döndüm, 6. kata çıktım. Yangın merdiveni kapısında yazı:
“ANAHTAR DANIŞMADADIR. YANGIN HALİNDE DANIŞMADAN ANAHTARI ALIN.”
Yangın anında bina içi merdivenini kullanmak yasak. Yangın merdiveni kilitli. Sonra bu ülkede yangında, depremde insanlar niye ölüyor diye soruyorsunuz. Yorumu size bırakıyorum.
Ben yine de hatıralarım da o merdivene oturup dinlediğimiz saz sesini seviyorum. Müziğin sesi de rengi de bir başka güzel.

Yorum bırakın