Vaktiyle, göğün yedi katı sessizdi. Yer yavaş, su suskundu. İnsanlar toprağa doğuyor, toprağa dönüyordu ama aradaki zaman da acıydı. Çünkü iyileşmek yoktu. Kesik kapanmaz, yara sönmez, iç sancısı geçmezdi. Her doğum bir ihtimaldi, her ölüm bir kaçınılmazlık. İnsanlar yalnızdı. Kendi canlarının yükünü taşırken toprağın dilinden anlamaz, göğün fısıltılarına sağır kalırlardı.
Tanrılar bu sessizliği izlerdi. Gök katında, Kutlu Dağ’ın ardında yaşayan Umay Ana, insan gözyaşlarını en çok duyan varlıktı. Her ağlayış ona ulaşır, her çığlık rüzgarla saçına dolanırdı. Umay Ana’nın yüreği titrerdi. Yeryüzünün yaralı sesi ona durmadan ulaşırken, göğün diğer ruhları ilgisizdi. Erlik kendi karanlığında, Ülgen kendi kudretinde oyalanırdı. Ama Umay, toprağın kalbine kulak vermeyi bırakmadı.
Bir gece, göğün üçüncü katında otururken, bir çocuk sesi geldi ona. Bir oğlan çocuğu, annesinin bedenine sarılmış, sönmüş gözlerine bakıyordu. Kadının alnında bir yara vardı, küçük ama derin. O kadının ölmesi gerekmezdi. Umay içinden bir sızı hissetti. “İnsan acısını taşıyor ama şifayı bilmiyor,” dedi.
O gece, göğün yıldızları titredi. Umay Ana ellerini toprağa uzattı. Parmaklarından yeryüzüne düşen ilk damla bir kıvılcım gibiydi. Ve sonra ikinci bir şey yaptı: Gözünden bir damla yaş aktı, gökten süzülerek yeryüzüne indi. O yaş, dağların eteğinde, rüzgarın en az estiği bir yerde, bir kayanın dibine düştü.
Toprak o damlayı emdi. Ve sessizce tuttu içinde. Günler geçti. Ay döndü. Güneş yandı. Sonra bir sabah, orada bir filiz belirdi. İnceydi, narindi ama rengi kıpkırmızıydı. Kıpkırmızı ve yabani. Bu çiçek, gök ile yerin arasındaki ilk şifa idi. Ama henüz onu gören yoktu. Henüz kimse onun adını bilmiyordu. Henüz kanayan eller onu tanımıyordu. Yalnızca Umay Ana, rüzgarla onun kokusunu duyuyordu.
Çiçek büyümeye devam etti. Rüzgâr değdikçe yaprakları titredi. Güneş doğdukça rengi daha da koyulaştı. Rengi artık sadece kırmızı değildi; toprağın derinliklerinden gelen bir ateş gibi yanıyordu. Yalnızca bir çiçek değildi o. Umay Ana’nın gözyaşından doğmuştu, ama toprağın özüyle yoğrulmuştu. Her yaprağı, bir yara hatırlıyordu. Her kökü, bir acının izini taşıyordu.
Onu gören kuşlar bir an duraklıyor, yaprağında gezinen karıncalar yollarını değiştiriyordu. Gök katında bu yeni varlık sessizce konuşulmaya başlandı. Ülgen baktı. “Bir çiçekle ne olur?” dedi. Erlik duydu. Alay etti: “Acı da toprağın gerçeğidir. Onu alan, insanı güçsüz kılar.” Ama Umay sessizdi. O sadece bekliyordu.
Yer-su ruhları, çiçeğin çevresinde toplanmaya başladı. Köklerine su taşındı, yapraklarına gece serinliği konduruldu. Doğa ona yol açıyordu. Bir süre sonra, hayvanlar da çiçeğin bulunduğu yeri aramaya başladı. Yaralanan bir tilki, içgüdüyle gelip yaprağının altına uzandı. Gözleri yarı kapalıydı, nefesi kısaydı. Ama sabah olduğunda yeniden yürüyordu. Kurt sürüsü geçerken o çiçeğin etrafında daire çizdi, uludu. Doğa fark ediyordu. Doğa öğreniyordu.
İnsan henüz bilmezken, toprak ve hayvan bu şifaya yüz sürüyordu. Umay Ana bunu izledi. Ama bir şey daha eksikti. İnsan bunu fark edemezdi. Çünkü yalnızca bakmakla görülen bir şey değildi o çiçek. Anlamak gerekirdi. Dinlemek, beklemek, sabretmek…
Ve bu sabrı gösterecek biri gerekiyordu. Umay Ana göğe baktı. “O çiçeğe yolu gösterecek bir insan doğmalı,” dedi. “Yarayı taşıyacak, şifayı arayacak biri…”
O kişi, henüz doğmamıştı. Ama adı çoktan belliydi: Alaz.
Alaz, sıradan bir gecede doğmadı. Ne gökyüzü sakindi ne toprak suskundu. O gece gök gürledi, dağlar titredi, ırmaklar yön değiştirdi. Doğduğu an, gece ikiye yarıldı. Kurtlar uludu, ağaçların gövdesi çatladı. Çünkü bu çocuk, insan gibi görünse de sıradan bir candan doğmamıştı. Annesi bir kadındı, babası bir dağ gibi suskundu. Ama Alaz’ın içindeki kıvılcım başka yerden geliyordu. O, Umay Ana’nın nefesinden kalan bir izdi.
Doğduğunda ağlamadı. Sessizce bakındı. Gözüne bir kıvılcım değdi. Sanki bir şeyi bekliyordu. Büyürken diğer çocuklardan farklıydı. Oyunu değil sessizliği severdi. Saatlerce taş izlerdi. Göl kıyısında bir yaprağın salınımını saatlerce izleyebilirdi. Kuşların sessizleştiği anları duyabilirdi. Babası bir keresinde şöyle dedi: “Bu çocuk zamanı saymaz. Zaman onun için bir yoldur, bir tartı. Ama neyi tarttığını ben anlamam.”
Alaz için sabır, bir alışkanlık değildi. O, sabrı kullanırdı. Onun için sabır, bir zaman ölçüsüydü. İmkânsız olan şeyler, yalnızca daha uzun sabır gerektiren şeylerdi. Bir taşın suyla şekil değiştirmesi gibi. Bir tohumu toprağın kabul etmesi gibi.
Bir gün, Alaz ormanın derinliklerinde yürürken bir his duydu. Ayakları onu bilmediği bir yola sürükledi. Bu yol düz değildi, taşlıydı, kıvrımlıydı. Ama Alaz durmadı. O yolu izledi. Güneş batarken bir açıklığa çıktı. Ve orada… Bir kaya dibinde, rüzgârın bile usul geçtiği bir yerde… O çiçeği gördü.
Rengi, tanıdığı hiçbir renge benzemiyordu. Yaprağına baktı. Eğildi. Kokusunu içine çekti. İçinde bir şey kıpırdadı. İlk defa, dış dünyada hissettiği bir şeyle, içindeki sessizlik birbirine değdi. O an, hiçbir şey söylemedi. Ama biliyordu. Bu çiçek, bir sırdı. Ve o sırrı çözmesi gerekiyordu. Henüz ne işe yaradığını bilmiyordu. Ama bilmesi de gerekmiyordu. Çünkü onun için anlamak, sabırla başlardı. Ve Alaz, beklemeyi biliyordu.
Alaz o ilk karşılaşmadan sonra her gün aynı yere döndü. Çiçeğe dokunmadı. Koparmadı. Sadece izledi. Sabah yapraklarının güneşe nasıl açıldığını, akşam rüzgârla nasıl kapandığını… Yağmur değdiğinde nasıl titreştiğini… Ay ışığında nasıl parladığını… Günler geçti. Haftalar…
Çiçeğin çevresinde yaralanan hayvanlar, hep onun dibinde duruyordu. Bir keklik kanat altını çiçeğe sürtüyor, bir sincap kuyruğunu yapraklara bırakıyordu. Hepsi iyileşiyordu. Ama hâlâ eksik bir şey vardı.
Bir gece yağmur indi. Bir zeytinyağı damlası — dağın tepesinden rüzgârla taşınmıştı — yapraklara bulaştı. Sabah Alaz bunu gördü. Ve o gün bir tilki, yarasını yağlı yapraklara sürttü. Ertesi gün izi kalmamıştı.
O an Alaz anladı. Toprak bir şey verir, ağaç bir şey taşır, zaman onları birleştirir. Kendi elleriyle ilk kez bir yaprak kopardı. Yağ kabına koydu. Günlerce bekletti. Sonra bir çocuğun yarasına sürdü. Üç günde iz kalmadı.
Artık adı vardı bu çiçeğin: Kızılçiçek.
Köyde bilgi yayıldı. Ama insanlar sabırsızdı. Çiçeği hızla tükettiler. Yağ işe yaramamaya başladı. Doğa kendini geri çekti. Alaz bir taş koydu çiçeğin yanına: “Sabırla gelen şifa, sabırsızlıkla yok olur.”
Sonra rüyalarda Umay Ana yeniden geldi. Öğretti. Sessizce. Sabırla. Gelenek doğdu. Yağ yapılmaya devam etti. Ama artık bir kültürdü. Ritüeldi. Dengeydi.
Bugün hâlâ dağlarda açar o çiçek. Ama onu anlamak için beklemeyi bilmek gerekir. Çünkü şifa, yalnızca sürülen değil, beklenendir.
KIZIL ŞİFA