Her söz usta işi değildir; bazı öğretiler, sessizliğin içinden geçer.
Düşe kalka, susa susa, izleyerek öğrenilenlerden küçük bir derleme.
Her Düşüş Bir Hatırlatma
Yedi kez düştüm; bazen taşlara, bazen de kelimelere. Her kalkışımda biraz daha yamuldum ama ilginçtir, yamuldukça şekillendim. İnsan düştükçe yere değil, biraz da içine bakıyor galiba. Kimi zaman ayağa kalkmak için bir el aradım, kimi zaman da o eli uzatmayı unutanlara gülümsedim. Çünkü bazı kalkışlar gösteri değil, sessiz bir kabulleniştir.
Düşünce etraf sessizleşir ya, kalkınca herkes konuşmaya başlar. “Aferin” diyenler olur, “Yine mi?” diyenler de. Ama kimse bilmez, o kalkış kaç tane iç geçirişten, kaç tane “Yeter artık”tan süzülüp gelir. Oysa ben her defasında, biraz daha eksik ama biraz daha ben olarak doğruldum yerimden. Yaralarım iyileşmedi belki ama dikiş tutmayı öğrendim.
Bir gün yine düşeceğim, bunu biliyorum. Ama artık düşmekten korkmuyorum, çünkü düşmelerimden sonra büyüyen çiçekleri seyretmeyi öğrendim.
“Bazı yolculuklar, kalkmayı öğrenince başlar.”

Doğruluğun Sessizliği
Doğru olanı söylemek kolay değil; hele ki herkesin başka bir şarkıyı mırıldandığı bir yerde. Bazen bir sır gibi taşırsın içindeki doğruluğu, çünkü söyleyince ya garip bakışlar gelir ya da üstü kapalı bir gülümseme: “Sen de çok safsın.” Oysa bilmezler, bazen susmamak, kaybetmeyi göze almaktır. Ve bazen kaybetmek, kendine sadık kalmanın tek yoludur.
Dürüst insanlar çoğu zaman geç fark edilir. Onların alkışı, gösterişli yalanların gölgesinde kaybolur. Ama gecenin bir vakti aynaya bakarken, o dürüst insan rahat uyur. Belki terfi etmez, belki kalabalıklar içinde adı anılmaz, ama yüzü kızarmaz, omzu eğilmez. Çünkü herkesin sustuğu yerde konuşanlar, günü değil, kendini kazanır.
Zaman geçer, yalanlar yön değiştirir, maskeler el değiştirir. Ama bir tek doğruluk yerinde kalır—sessiz, sade ve güçlü.
“Enayi değiliz; sadece yalanla yarışmıyoruz.”

Aynadan Başka Her Şeye Bakarken
İnsan başkalarına bakınca ne çok şey görür. Kimini “Ben asla öyle yapmam” diye izleriz, kimine içten içe özeniriz. Ama en çok da kendimizden kaçarken başkalarının davranışlarına yapışır gözlerimiz. Oysa dışarıyı süzerken, içeride bir şey kıpırdar: “Peki ya sen?” diye sorar sessizce. İşte o sorudan kaçmak zordur. Çünkü dışarısı kolay, içerisi karmaşıktır.
Başkalarının hataları bazen kendi ihtiyacımız olan aynayı tutar önümüze. Birini sabırsız bulduğumuzda, aslında bizim eksik sabrımız dökülür ortaya. Birini yargılarken, kendi içimizdeki çatlakları fark ederiz. Ama bunu anlamak, kendini yerden yere vurmak değil, kendini biraz daha iyi tanımaktır. Belki de gelişmek, başkasına bakarken içten içe “Ben de zamanında öyleydim” diyebilme olgunluğudur.
Kimi zaman rahatsız olduğumuz davranışlar, bizim en çok düzeltmeye çalıştığımız yanımıza çarpar. Ve bu çarpışma, kırmak için değil, uyanmak içindir.
“Kimi yadırgıyorsak, en çok ona benzemekten korkuyoruzdur.”

Ustanın Yanında Sessizce
Bazı şeyler kitaplarda yazmaz. Bir hamurun nasıl yoğrulacağını, çayın ne zaman demini bulacağını ya da bir gönlün ne zaman incindiğini sayfalarda bulamazsın. Onları izleyerek öğrenirsin; bir sessizliğin içindeki bakıştan, bir elin titremesinden. Usta bir şey söylemez belki, ama sen onun yapmadığını bile fark etmeyi öğrenirsin zamanla. Çünkü gerçek öğrenme, kelimelerden değil, gözlemlerden süzülür.
Öğrenmek, bazen yanlış kesilen bir tahtadır; bazen fazla kaçan tuzdur. Denemeden bilmek mümkün değil. “Nasıl yapılır?” diye sormak kolay, ama “Hadi yap” dendiğinde ellerin titrer. O titreyiş aslında öğrenmenin başladığı yerdir. Çıraklık, sadece el değil, yürek kirletmektir biraz da. Temizlenmesi uzun sürer ama izi hep öğretir.
Zamanla anlarsın; ustalık, büyük laflar etmek değil, sessizce işini iyi yapmaktır. Ve o sessizlik içinde sen de kendine dair birçok şeyi fark edersin: sabrını, öfkeni, inatçılığını, yavaş yavaş şekillenen özünü.
“Bazı bilgileri yazmazlar; sadece üstüne siner.”

Söylenmeyen Öğretir
Bazı ustalar konuşmaz. Belki kelimelere güvenmezler, belki de anlatılacak şeyin söze sığmayacağını bilirler. Sen orada otururken, o sadece yapar. Keser, biçer, eker, söker… Ama asıl iş senin gözündedir. Fark ettiğin kadar öğrenirsin. Kaşının kalkışını, sessizce iç geçirişini, bir hataya bakıp da düzeltmeden geçmesini… Çünkü bazen susmak, “Bunu kendin fark et” demenin bir yoludur.
Her hareketin bir ritmi vardır; usta söylemeden gösterir, çırak çalmadan alır. Ama bu bir hırsızlık değil, bir aktarım biçimidir. Bir çırak ustanın işine öyle dikkatle bakar ki, farkında olmadan onun gölgesinde kendi şeklini bulur. Usta, anlatmaz; çünkü anlatmak kolay, göstermek derin bir iştir. Ve sen de o derinliği fark ettiğin ölçüde büyürsün.
Zaman geçtikçe öğrenmenin konuşmaktan çok susmakla, sormaktan çok bakmakla ilgili olduğunu anlarsın. Her usta bir kitap değildir; bazısı bir suskunluktur, senin içine yazılandır.
“Bazı dersler kulaktan değil, gözden içeri girer.”

Bir Saman Çöpüne Sarılmak
Bazen öyle anlar olur ki, koca koca umutlar değil de küçücük şeyler tutar insanı hayatta. Bir mesaj, bir gülümseme, belki sabaha çıkacak bir bardak çay… Büyük beklentilerin yerini, saman çöpü kadar küçük teselliler alır. Ve ne tuhaftır; o küçücük şeyin etrafında koca bir sabır büyür. Çünkü insan bazen en çok, kimsenin görmediği umuda tutunur.
“Yapacak bir şey yok,” derler ya, aslında vardır. İnsan, içten içe hep bir şey yapar: Bekler, dua eder, iç geçirir, susar ama vazgeçmez. Vazgeçmemek bazen haykırmak değil, bir çocuğun elinden sıkıca tuttuğu oyuncak gibi bir duyguyu bırakmamaktır. Çünkü bazı umutlar konuşmaz; sadece içimizde kalır, sessizce büyür.
Bir çöp kadar hafif görünen umut, bazen bizi ayakta tutan tek şey olur. Ve o çöp, zamanla bir kök salar içimize. Ne kadar kırılgan olursa olsun, tutunduğumuz şey değil, nasıl tuttuğumuz belirler gücümüzü.
“Kırılacak kadar ince bir umudu bile, avuç içi gibi korudum.”
