Şimdi sokaklar sessiz. Beton duvarlar arasında sıkışmış bir hatıra gibi. Ama ben gözlerimi kapattığımda hâlâ o sesler kulağımda çınlıyor: ip atlayan kızların neşeli kahkahaları, saklambaçta “ebenin” heyecanla saydığı sayılar, yakar topun yerde sekişiyle yükselen çığlıklarımız…
Ben Demirtaşpaşa’da büyüdüm. Bursa’nın tam kalbinde, zamanın biraz daha yavaş aktığı bir mahallede. Okulumuzun adı bile değişti artık. Eskiden Demirtaşpaşa İlkokulu derdik, içimiz kabararak. Çünkü o okuldan çıkanlar bir yerlere gelirdi. Maarif Koleji vardı o zamanlar, sınavla öğrenci alırdı. Herkes oraya girmeye çalışırdı. Ama ben o sınava girmedim. O yaşlarda aklım okumakta değil, babamın yanında çalışmaktaydı. Babam, Bursa’nın en iyi karoser ustalarındandı. Öyle her köşe başında rastlayacağınız bir zanaatkâr değildi. Herkes saygı duyardı ona. Ben de onun gibi olmayı hayal ederdim.
Üçüncü sınıfa gidiyordum. Bir gün okul çıkışı doğruca babamın dükkânına gittim. Beni görünce kaşlarını çatıp, “Sen doktor olacaksın,” dedi. İşte o cümle, içimde bir yere mıh gibi çakıldı. Ama o yaz beni çırak olarak Kapalıçarşı’daki Süleyman amcanın yanına verdi. Alt katta antikacı, üst katta çamaşır dükkânı. Hayat böyle çok katlıydı işte. Alt katta naftalin kokusu, üst katta ter… Ama camdan bakınca Koza Han görünürdü. Sanki tarihle göz göze gelirdim her defasında.
Ortaokula kadar her yaz çarşıdaydım. Nasır tutmuş ellerimle büyüdüm. Sonra lise geldi. Bu kez Açık Çarşı’da, çerezci Tuncay abinin yanındaydım. Üstüme sinen kavrulmuş leblebi kokusunu annem hemen fark ederdi. “Koca fırın gibi olmuşsun yine,” derdi, gülerek.
Saklambaç, köşe kapmaca, ip atlama, istop… Oyunun adı ne olursa olsun, oynayan hep bizdik. En sevdiğimiz oyunsa çift kaleydi. İki taş koyar, kale yapardık. Top patlarsa, bantla sarar, oyuna devam ederdik. Bir topun, koskoca bir mahalleyi bir araya getirdiğini hâlâ anlatamam. O topun peşinde koşarken ne kimsenin ayakkabısının markası önemliydi ne de ailesinin kim olduğu. Babasız da olsan, zengin de, yoksul da, sınıfın çalışkanı da… Sokakta herkes aynıydı.
Misket kaydırırdık kaldırım kenarlarında. Herkesin bir “uğurlu misketi” vardı. Şeffaf camın içinde dönen renkli girdaplar… O misketi kaybetmek, bazen bir oyunu değil, bir hayali kaybetmek gibiydi.
Sınıfımızı da çok severdim. Öğretmenimiz bir anne gibiydi bize. Kimse kimseye kötü söz etmezdi. Birbirimizi kollardık. Mahallenin bayram sabahlarını unutamam. Yeni ayakkabılar, ceplerde şeker, yüzlerde heyecan… Sanki o sabahlar bile ayrı kokardı.
Ama ben rüyalarımda hâlâ o mahalledeyim. Sırtımda okul çantası, avcumda misket. Ve kulağımda babamın sesi yankılanıyor:
Ben belki doktor olmadım. Ama o söz, o mahalle, o taş sokaklar, o misketler… Hepsi içimde bir yerlerde yaşıyor. Demirtaşpaşa, benim çocukluğumun başkenti. Hâlâ o sokaklarda koşuyorum rüyalarımda. Sobeleniyorum. Gülüyorum. Ve en çok da özlüyorum.