ÇİN’İN SON 100 YILDAKİ YÜKSELİŞİ: 1989 TİANANMEN OLAYLARINDAN GÜNÜMÜZE BİR ANALİZ

Yirminci yüzyılın başlarında Çin, hem dış güçlerin müdahaleleri hem de iç savaşların etkisiyle oldukça zor durumdaydı. Büyük bir nüfusa sahip olmasına rağmen ekonomisi gelişmemişti. 1949’da Mao Zedong’un “Artık küçük düşürülen bir millet olmayacağız – ayağa kalktık” diyerek Çin Halk Cumhuriyeti’ni ilan etmesi, ülkenin tarihinde yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Bu sözler, Çin Komünist Partisi’nin “yüzyılın aşağılanması” olarak adlandırdığı (1839–1949) dönemin sonunu simgeliyordu. 1970’li yıllarda Deng Şiaoping’in hayata geçirdiği Dört Modernizasyon politikaları (tarım, sanayi, bilim ve teknoloji, savunma) Çin’in küresel üretim sahnesinde hızla öne çıkmasına olanak tanıdı. Ancak 1989 yılında yaşanan Tiananmen Meydanı olayları, sadece yönetimin meşruiyeti açısından değil, aynı zamanda Çin’in toplumsal ve ekonomik dönüşümünde de büyük bir kırılma yarattı. Bu çalışmada, Çin’in son 100 yıldaki yükselişi tarihsel bir bakış açısıyla ele alınmakta; özellikle 1989 sonrasında eğitim, teknoloji ve ekonomi alanlarında yaşanan değişimler incelenerek Japonya, Almanya, ABD ve Türkiye’deki akademik tartışmalar çerçevesinde analizler sunuyorum.

1. Tarihsel Arka Plan (1920–1978)

1.1 Ulusal Devrim ve Mao Dönemi

1911’de Qing Hanedanlığı’nın yıkılmasıyla Çin, istikrarsız ve parçalanmış bir döneme girdi. Kıtlıklar, dış işgaller ve özellikle Japonya’nın saldırıları ülkeyi sarsarken, bir yandan da Kuomintang ile Çin Komünist Partisi (ÇKP) arasındaki mücadele büyüyordu. 1949’da Çin Halk Cumhuriyeti’nin kurulması, ÇKP’nin yıllardır anlattığı “ayağa kalkış” söyleminin resmi başlangıcı oldu. Parti, halkın 19. yüzyıldan itibaren yaşadığı dış müdahaleleri ve parçalanmışlığı “yüzyılın aşağılanması” olarak tanımladı ve bu tarihsel travmayı birleştirici bir ulusal anlatıya dönüştürdü.

Mao Zedong’un liderliğinde ülke Sovyetler Birliği’ni örnek alarak planlı ekonomi sistemine geçti. Köylerde toprak reformları yapıldı, küçük çiftlikler birleştirilerek kolektif tarım uygulamaları başlatıldı. Aynı anda ağır sanayiye büyük yatırımlar yapılarak kalkınma hedeflendi. Ancak 1958’deki “Büyük İleri Atılım” ve 1966’da başlatılan “Kültür Devrimi” gibi kampanyalar istenen sonuçları getirmek yerine, ülkeye ciddi zararlar verdi. Tarımsal üretimde büyük düşüşler yaşandı, milyonlarca insan kıtlıktan hayatını kaybetti ve eğitim sistemi neredeyse çöktü. Aydınlar cezalandırıldı, üniversiteler kapatıldı ya da işlevsiz hale getirildi. Sonuç olarak, bu süreç Çin’i daha da geri bıraktı ve parti içinde yeni bir anlayışın gelişmesine zemin hazırladı: kalkınma ancak ekonomik reformlarla ve dış dünyaya açılarak mümkün olabilirdi.

1.2 Reform ve Açılma (1978–1988)

1978 yılında Deng Şiaoping’in başlattığı ekonomik reformlar, Çin’in bugünkü küresel pozisyonunun temel taşlarını oluşturdu. “Sosyalist piyasa ekonomisi” adı verilen yeni yaklaşım, merkezi planlamanın bazı yönlerini korurken, piyasanın doğal işleyişine de alan açtı. En büyük değişimlerden biri tarımda yaşandı. Daha önce zorla kolektifleştirilen tarım, yerini bireysel üretime bıraktı. Köylüler artık kendi toprağını ekip biçebiliyor, elde ettikleri ürünün büyük kısmını kendileri satabiliyordu. Bu, kısa sürede tarımsal verimliliği artırdı ve kırsal bölgelerdeki yaşam standartlarını gözle görülür biçimde yükseltti.

Aynı zamanda Çin, “özel ekonomik bölgeler” kurarak (örneğin Shenzhen) yabancı yatırımcılara kapılarını açtı. Bu bölgeler, ucuz iş gücü, vergisel teşvikler ve altyapı kolaylıkları sayesinde çok sayıda uluslararası şirketin ilgisini çekti. Çin, ihracata dayalı sanayisini büyütmeye başladı ve yıllık ekonomik büyüme oranları çift haneli rakamlara ulaştı. Ancak bu ekonomik canlanma, beraberinde yeni beklentileri de getirdi. Özellikle üniversite mezunu gençler, sadece ekonomik refah değil, ifade özgürlüğü, hukuk devleti ve daha demokratik bir yönetişim talep etmeye başladı. Tüm bu birikimler, 1989’da patlak verecek olan Tiananmen Meydanı olaylarının toplumsal zeminini oluşturdu.

2. Tiananmen Meydanı Olayları ve Sonrası (1989)

2.1 Olayın Kısa Özeti

1989’un baharında, binlerce üniversite öğrencisi ve kentli aydın, Pekin’in kalbindeki Tiananmen Meydanı’nda toplandı. Talepleri oldukça netti: daha fazla demokrasi, ifade özgürlüğü ve yolsuzlukla mücadele. İlk günlerde barışçıl bir şekilde başlayan bu gösteriler, gün geçtikçe büyüyerek kitlesel bir halk hareketine dönüştü. Ancak 4 Haziran 1989 tarihinde Çin ordusu devreye girdi ve meydanı zorla boşalttı. Kaç kişinin hayatını kaybettiği hâlâ kesin olarak bilinmiyor, ancak bazı kaynaklar ölü sayısının binleri bulduğunu söylüyor. Bu kanlı bastırma, yalnızca Çin’in iç siyasetinde değil, aynı zamanda dünyayla olan ilişkilerinde de derin izler bıraktı.

2.2 İdeolojik ve Eğitim Politikalarındaki Değişim

Tiananmen olaylarından sonra, Çin yönetimi “bir daha böyle bir şey yaşanmamalı” diyerek ideolojik kontrolü sıkılaştırmaya karar verdi. Deng Şiaoping, olayın hemen ardından yaptığı açıklamalarda, partinin en büyük hatasının halkı yeterince siyasi ve ideolojik olarak eğitmemek olduğunu ifade etti. Bu açıklama, ülke genelinde büyük bir yurtseverlik eğitimi kampanyasının önünü açtı. Okullarda ve üniversitelerde “vatan sevgisi” ile “parti sevgisi” eş anlamlı hale getirildi. Bu sadece gençleri hedef alan bir kampanya değildi; öğretmenler, akademisyenler ve idari personel de bu yeni ideolojik çerçeveye göre yönlendirildi.

Xi Jinping dönemine gelindiğinde bu kontrol daha da arttı. 2016’dan itibaren üniversiteler, Çin Komünist Partisi’nin “ideolojik kaleleri” olarak tanımlanmaya başlandı. Akademik başarı kadar “ideolojik uyumluluk” da artık öğretim üyelerinin değerlendirme kriterleri arasında yer aldı. Bu durum birçok kişi tarafından akademik özgürlük açısından eleştirilse de, hükümet için bu sistemin temel amacı toplumsal istikrarı sağlamak ve partinin otoritesini güçlendirmekti.

2.3 Olayın Ekonomik ve Sosyal Yansımaları

Tiananmen olaylarının ardından Çin, kısa süreli de olsa uluslararası yaptırımlarla karşı karşıya kaldı. Birçok Batılı ülke Pekin yönetimini diplomatik olarak eleştirdi, bazı ekonomik iş birlikleri askıya alındı. Ancak bu baskılar, Çin’in reform sürecini durdurmadı. Aksine, Deng Şiaoping 1992 yılında çıktığı “güney gezisi” sırasında açıkça şu mesajı verdi: Ekonomik reformlar devam etmeli ve piyasa mekanizmaları daha da derinleştirilmeli. Bu açıklama, reformculara cesaret verdi ve ekonomi tekrar ivme kazandı.

Tiananmen olaylarının ardından ortaya çıkan meşruiyet krizi, Çin yönetimini halkın yaşam koşullarını iyileştirme yönünde harekete geçirdi. İdeolojik kontroller arttı ama aynı zamanda insanların günlük yaşam kalitesine, eğitime ve sağlık gibi temel hizmetlere daha fazla önem verilmeye başlandı. Özellikle eğitim, hem rejimi destekleyen bir araç olarak hem de ülkenin kalkınma hedeflerinin motor gücü olarak konumlandı. Bu doğrultuda yurtseverlik eğitimi, sadece siyasi bir kampanya olmaktan çıkıp, bilgi ve bilinç düzeyini artırmayı hedefleyen kapsamlı bir stratejiye dönüştü. 1990’lı yıllardan itibaren Çin, üniversite sayısını artırmaya, altyapısını modernleştirmeye ve yükseköğretimi herkes için ulaşılabilir kılmaya başladı.

3. Eğitim Reformları ve İnsan Sermayesi

3.1 Deng Dönemi ve Modern Yükseköğretim

Deng Şiaoping’in liderliğinde başlatılan reform süreci, yalnızca ekonomiyle sınırlı kalmadı; eğitim sistemi de baştan aşağıya yeniden yapılandırıldı. Çin, küresel rekabet için yalnızca fabrika üretimi değil, aynı zamanda yüksek nitelikli insan kaynağına ihtiyaç duyduğunun farkındaydı. Bu nedenle yükseköğretim alanına büyük yatırımlar yapıldı ve sistemli projelerle üniversitelerin dönüşümü hızlandırıldı.

Project 211 (211 Mühendislik Projesi)

1995 yılında Çin Eğitim Bakanlığı tarafından hayata geçirilen bu proje, ülkenin kalkınma hedeflerine hizmet edecek profesyoneller yetiştirmek amacıyla yaklaşık 100 üniversitenin güçlendirilmesini hedefliyordu. Bu kurumlar; eğitim kalitesi, bilimsel araştırma kapasitesi, yönetim becerisi ve altyapı açısından kapsamlı bir şekilde desteklendi. Gelişmiş bölgelerdeki (Pekin, Şanghay, Guangdong gibi) üniversitelerin yanı sıra iç kesimlerdeki kurumlar da kapsama dahil edildi. Böylece ülke genelinde dengeli bir yükseköğretim kalkınması sağlanmak istendi.

Project 985

1998’de dönemin Devlet Başkanı Jiang Zemin tarafından başlatılan bu proje, Çin’in dünya çapında “birinci sınıf” üniversitelere sahip olması gerektiği fikrinden doğdu. İlk etapta ülkenin en prestijli 9 üniversitesine (bugün “C9 League” olarak bilinir) yoğun kaynak aktarımı yapıldı. Bu üniversiteler arasında Pekin Üniversitesi, Tsinghua Üniversitesi, Fudan Üniversitesi gibi kurumlar yer alıyordu. Sonrasında bu sayı 39’a çıkarıldı. Proje, sadece bilimsel üretimi artırmakla kalmadı; aynı zamanda bu kurumları uluslararası iş birlikleri, yayın sayısı ve yabancı öğrenci çekme kapasitesi açısından da küresel arenaya taşıdı.

Double First-Class (Çift Birinci Sınıf) Girişimi

2015 yılında Çin Devlet Konseyi tarafından başlatılan bu girişim, 211 ve 985 projelerinin birleşik ve daha bütüncül bir versiyonu olarak tasarlandı. Amaç artık sadece üniversiteleri değil, belirli akademik disiplinleri de dünya çapında “birinci sınıf” haline getirmekti. Programın ilk listesinde 42 üniversite ve 465 farklı akademik alan yer aldı. 2022 itibarıyla bu sayı 147 üniversiteye ulaştı. Bu üniversiteler, Çin’deki toplam yükseköğretim kurumlarının yalnızca %5’ini oluşturuyor ama toplam araştırma fonlarının çok büyük bir kısmını çekiyor.

Genel Değerlendirme

Bu üç büyük proje sayesinde Çin, sadece öğrenci sayısını değil, aynı zamanda üniversitelerinin küresel rekabet gücünü de gözle görülür biçimde artırdı. Devletin aktardığı araştırma fonları genişledi, yayın sayıları tırmandı, üniversiteler yabancı öğrenciler için cazip hale geldi. Akademik mükemmeliyet anlayışı sistematik olarak desteklendi. Tüm bu dönüşüm, Çin’in sadece bir üretim merkezi değil, aynı zamanda bilgi ve inovasyon üreten bir ülke olma hedefine ciddi katkılar sundu.

3.2 Yurtseverlik Eğitimi ve İdeolojik Kontrol

1989 Tiananmen Meydanı olaylarından sonra Çin yönetimi, yalnızca sokakları değil, toplumun zihinsel dünyasını da kontrol altına alma ihtiyacı hissetti. Uluslararası baskılar ve içerideki güven kaybı, Parti’yi yeni bir stratejiye yöneltti: ideolojik sağlamlık. Bu doğrultuda yurtseverlik eğitimi, Çin’in eğitim politikalarında merkezi bir yere yerleştirildi. Artık okullar ve üniversiteler sadece bilgi üreten kurumlar değil, aynı zamanda ideolojik uyumun garanti altına alındığı yapılar olarak görülüyordu.

Eğitim sisteminde “vatan sevgisi” ile “partiye bağlılık” aynı anlamda kullanılmaya başlandı. Öğrencilere, Çin’in geçmişte yaşadığı “yüzyılın aşağılanması” ve Komünist Parti’nin ülkeyi nasıl ayağa kaldırdığı anlatıldı. Böylece gençlerin yalnızca teknik beceriler değil, aynı zamanda ulusal gurur ve ideolojik sadakatle donatılması hedeflendi.

Bu ideolojik yoğunluk Xi Jinping döneminde daha da belirginleşti. 2016’dan itibaren üniversitelerde öğretim üyeleri sadece akademik başarılarına göre değil, aynı zamanda siyasi çizgiye ne kadar sadık olduklarına göre de değerlendirilmeye başlandı. Parti tarafından belirlenen normlara uymayan akademisyenler baskı altına alındı ya da sistemin dışına itildi. “Xi Jinping Düşüncesi” başlıklı dersler üniversite müfredatına girdi ve bu derslerin okutulması zorunlu hale getirildi.

Bu uygulamalar, akademik özgürlük açısından hem Çin içinde hem de uluslararası alanda ciddi tartışmalar yarattı. Ancak Parti için bu ideolojik kontroller, istikrarın ve rejimin meşruiyetinin sürdürülmesi açısından hayati önem taşıyor. Çin yönetimi, bilginin sadece bilimsel değil, aynı zamanda siyasi olarak da “doğru” olmasını sağlamaya çalışıyor.

4. Teknoloji Transferi, Yabancı Sermaye ve Sanayi Politikaları

4.1 ABD Yatırımları ve Teknoloji Transferi

Çin’in sanayileşme ve modernleşme yolculuğunda en kritik desteklerden biri, kuşkusuz Amerikan sermayesi ve teknolojisiydi. 1978’de başlatılan “Açık Kapı” politikasıyla birlikte Çin, onlarca yıldır kapalı tuttuğu ekonomisini dış dünyaya açmaya başladı. Bu açılım sürecinde en yoğun iş birliklerinden biri Amerika Birleşik Devletleri ile kuruldu.

Amerikan şirketleri Çin’in devasa pazarına erişim sağlamak için sıraya girdi. Ancak Çin bu süreci sadece yabancı sermaye çekmek olarak değil, aynı zamanda teknoloji edinmenin bir aracı olarak da gördü. Pek çok ABD’li firma, Çin’de iş yapabilmek için sahip oldukları teknolojileri paylaşmak veya ortak girişimler aracılığıyla know-how transferi yapmak zorunda kaldı. Çin yönetimi bu fırsatı oldukça akıllıca kullandı.

Bu yatırımlar sayesinde Çin, yalnızca üretim tesislerini değil, aynı zamanda teknik bilgi birikimini de ülke içinde kalacak şekilde yönetti. Devlet işletmeleri modernize edildi, yeni üretim teknikleri yerel şirketler tarafından öğrenildi. Çin, bu politikayla hem dış yatırımcıları çekti hem de uzun vadede kendi sanayi altyapısını güçlendirecek kalıcı bilgiye sahip oldu.

Sonuç olarak, Çin’in bu dönemde uyguladığı strateji basitti ama oldukça etkiliydi: parayı al, teknolojiyi öğren, sonrasında kendi üretim kapasiteni inşa et. Bu yaklaşım, Çin’in dünya çapında bir üretim devi haline gelmesinde temel rol oynadı.

4.2 Japon ve Alman Etkileri: Kaizen ve Endüstri 4.0

Çin’in sanayileşme süreci yalnızca Batı’dan alınan yatırımlarla değil, aynı zamanda Japonya ve Almanya gibi sanayi devi ülkelerin uygulamalarından öğrenilerek şekillendi. Özellikle Japonya’nın yalın üretim ve kaizen (sürekli iyileştirme) felsefesi Çin’de dikkatle incelendi. 1950’lerden itibaren Japon firmalarının başarıya ulaşmasında bu sistemin ne kadar etkili olduğu, Çinli yetkililer ve iş insanları için örnek teşkil etti.

Ancak Çin, bu sistemleri birebir kopyalamak yerine kendi şartlarına uyarlamayı tercih etti. Japonya’nın kaliteye ve süreç optimizasyonuna odaklı üretim anlayışına karşılık Çin, üretimde hıza, esnekliğe ve ölçek ekonomisine ağırlık verdi. Bunun temel nedeni, Çin’deki yoğun rekabet ortamıydı. Binlerce girişimcinin aynı pazarda yarıştığı bir ortamda, sistematik verimlilikten çok çeviklik ve hızlı icraat öne çıkıyordu. Bu yüzden Çin şirketleri “sürekli iyileştirme” yerine “sürekli uyum sağlama” refleksi geliştirdi.

Öte yandan Almanya’nın Endüstri 4.0 yaklaşımı da Çin için büyük bir ilham kaynağı oldu. Çin, 2015 yılında duyurduğu Made in China 2025 (MIC 2025) programıyla Almanya’nın bu dijital dönüşüm modelini kendine uyarlamaya başladı. MIC 2025’in temel amacı, Çin sanayisini dijitalleştirmek, otomasyon seviyesini yükseltmek ve “nesnelerin interneti” gibi ileri teknolojilerle üretim verimliliğini artırmaktı. Ayrıca robotik, yapay zekâ ve yeni nesil enerji sistemleri gibi alanlarda dünya liderliğini hedefliyordu.

Böylece Çin, Japonya’dan üretim felsefesi anlamında kalite ve sadelik ilkesini, Almanya’dan ise dijital dönüşüm ve mühendislik mükemmeliyetini örnek alarak kendine özgü bir sanayi modelini inşa etmeye başladı. Bu iki ülkenin modelinden farklı olarak Çin, devlet destekli büyüme politikalarını bu sürece entegre etti ve bu yönüyle kendine has bir üretim kültürü oluşturdu.

4.3 İnovasyon Yeteneğinin Güçlenmesi

Çin’in sanayi politikaları zamanla yalnızca üretimi artırmakla kalmadı; aynı zamanda ülkenin kendi teknolojisini geliştirme kapasitesi de belirgin şekilde büyüdü. 1980’lerde “taklitçi” bir ülke olarak anılan Çin, bugün nükleer enerji, elektrikli araçlar ve batarya teknolojileri gibi alanlarda küresel liderliği hedefleyen bir inovasyon gücüne dönüştü.

Bu dönüşümde en büyük rolü devletin stratejik planlamaları oynadı. Özellikle ARGE yatırımları, Çin’in inovasyon altyapısını güçlendiren en temel unsur oldu. Devlet, hem üniversitelere hem de özel sektöre büyük fonlar ayırdı. Araştırma laboratuvarları kuruldu, bilim insanlarına burslar ve teşvikler sağlandı. Ayrıca Batı’daki üniversitelerle ortak projeler ve değişim programları başlatılarak Çinli akademisyenlerin bilgi ve becerilerini geliştirmeleri teşvik edildi.

Çin’in bu politikası, klasik sanayileşmeden ileri teknoloji üretimine geçişte önemli bir sıçrama yarattı. Yine de bazı alanlarda —örneğin ileri düzey yapay zekâ, robotik sistemler veya yüksek hassasiyetli mühendislik— hâlâ ABD ve Japonya’nın gerisinde olduğu söylenebilir. Ancak Çin bu farkı kapatmak için oldukça agresif ve hedef odaklı politikalar izlemeye devam ediyor.

Bugün artık Çin sadece üreten değil, yenilik tasarlayan, patent başvurularında rekor kıran ve küresel teknoloji rekabetinde aktif bir oyuncu haline gelen bir ülke. Bu başarıda üniversitelerle sanayi arasındaki bağın güçlendirilmesi, teknoloji merkezlerinin kurulması ve genç nüfusun araştırmaya yönlendirilmesi büyük önem taşıyor.

5. Çin’in Global Stratejileri ve Dış Politika

5.1 Kuşak ve Yol Girişimi ve Çok Kutupluluk

Çin’in küresel arenadaki etkisini artırmak için yürüttüğü en dikkat çekici girişimlerden biri, 2013 yılında ilan edilen Kuşak ve Yol Girişimi (BRI) oldu. Bu devasa proje, tarihî İpek Yolu’nun modern bir versiyonu olarak tasarlandı. Amaç; Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarını ticaret yolları, limanlar, demiryolları ve dijital altyapılarla birbirine bağlamak. Çin bu projeyle yalnızca ekonomik ilişkilerini genişletmiyor; aynı zamanda siyasi ve diplomatik etkisini de derinleştiriyor.

Kuşak ve Yol, ilk bakışta bir kalkınma yardımı ya da altyapı yatırımı gibi görünebilir. Ancak projenin derinlerinde çok daha stratejik bir hedef yatıyor: tek kutuplu dünya düzenine karşı bir alternatif yaratmak. ABD’nin uzun süredir liderliğini yaptığı küresel sistemin karşısına Çin, daha dengeli, çok merkezli bir dünya düzeni fikrini koyuyor.

BRI kapsamında Çin, gelişmekte olan ülkelere büyük krediler ve yatırım vaatlerinde bulunuyor. Bu durum, birçok ülkenin Çin’e ekonomik olarak daha bağımlı hale gelmesine neden oluyor. Öte yandan Çin de bu ülkelerde siyasi etki alanını genişletiyor. Böylece BRI, sadece bir ekonomi projesi değil; jeopolitik bir hamle, yani Çin’in yumuşak gücünü artıran ve uluslararası düzene şekil verme iddiasını ortaya koyan bir strateji haline geliyor.

5.2 Asya’nın Yeniden Dengelenmesi ve NeoGramşiyan Yorumlar

Çin’in son yıllardaki yükselişi, özellikle ABD’nin küresel liderliğini sorgulayan bir gelişme olarak değerlendiriliyor. 2008’deki küresel finans krizinden sonra dünya ekonomisi sarsılırken, Çin hızlı bir toparlanma gösterdi. Bu süreçte Çin, sadece ekonomik olarak değil; politik ve diplomatik olarak da daha fazla alan kazandı. Diğer yandan, aynı dönemde ABD’nin ekonomik gücünde zayıflamalar yaşandı.

Bu durum, ABD yönetimini Çin’i sınırlama ve Asya’daki etkisini dengeleme yönünde adımlar atmaya itti. Barack Obama döneminde başlatılan “Pivot to Asia” (Asya’ya Dönüş) stratejisi, bu çabanın en somut örneğiydi. ABD, askeri varlığını Pasifik bölgesinde artırarak ve Japonya, Güney Kore, Filipinler gibi müttefiklerle ilişkilerini güçlendirerek Çin’i çevrelemeyi amaçladı.

Ancak birçok uzman bu stratejinin etkisinin sınırlı kaldığını düşünüyor. Çünkü Çin bu dönemde oldukça dikkatli ve düşük profilli bir dış politika izledi. Gelişmekte olan ülkelerle ekonomik iş birliği kurarak, sert güçten çok yumuşak güçle ilerlemeyi tercih etti.

Bu yaklaşım, bazı analistler tarafından Neo-Gramşiyan bir strateji olarak tanımlanıyor. Buna göre Çin, doğrudan bir hegemonya kurma niyetinde değil. Aksine, mevcut uluslararası sistemi içeriden dönüştürmeye çalışıyor. Yani, kuralları yıkmak yerine kendi çıkarlarını bu kurallar içine yerleştirmeye, sistemi kendi lehine çalıştırmaya odaklanıyor. Bu da onu klasik emperyal stratejilerden ayıran önemli bir fark olarak öne çıkıyor.

5.3 Yüzyılın Aşağılanması ve Ulusal Kimlik

Çin’in ulusal kimliğini ve dış politikasını şekillendiren en güçlü tarihsel anlatılardan biri, Çin Komünist Partisi’nin sıkça dile getirdiği “yüzyılın aşağılanması” kavramıdır. Bu kavram, 1839’daki Afyon Savaşları ile başlayıp 1949’daki Çin Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşuna kadar süren bir dönemi kapsar. Bu yüzyıllık zaman diliminde Çin; Batılı sömürgeci güçler ve Japonya tarafından işgal edildi, iç savaşlarla parçalandı ve ekonomik olarak ciddi bir çöküş yaşadı.

Bu tarihsel anlatının en ikonik ifadesi Mao Zedong’a aittir: “Çin artık küçük düşürülen bir millet olmayacak.” Mao’nun 1949’daki bu sözleri, yalnızca yeni bir rejimin değil, aynı zamanda yeni bir ulusal hafızanın başlangıcı oldu.

Xi Jinping döneminde bu anlatı güncellenerek daha kapsamlı bir vizyonla bütünleştirildi. “Çin Rüyası” ve “Ulusal Yeniden Doğuş” gibi kavramlarla birleştirilen bu tarihsel hafıza, hem içeride halkı motive eden hem de dışarıda Çin’in stratejik hamlelerini meşrulaştıran bir ideolojik zemin haline geldi.

Bu anlatı sayesinde Çin yönetimi, geçmişte yaşanan mağduriyetleri hatırlatarak günümüz başarılarını ön plana çıkarıyor. Aynı zamanda dış politikadaki daha iddialı adımların “gecikmiş bir hakkın iadesi” olduğu mesajını veriyor. Böylece tarih, yalnızca geçmişi anlatmak için değil; bugünü inşa etmek ve geleceği yönlendirmek için aktif bir araç olarak kullanılıyor.

7. Değerlendirme: Çin Nasıl Güçlendi?

Çin’in son yüzyılda geçirdiği büyük dönüşüm, tek bir faktöre bağlanamayacak kadar çok boyutlu bir sürecin sonucudur. Deng Şiaoping’in başlattığı ekonomik reformlar, özellikle tarımda verimliliği artıran yapılar ve özel ekonomik bölgeler sayesinde yabancı sermaye ve teknoloji akışını hızlandırdı. Bu sayede Çin, bir yandan üretim kapasitesini artırırken, diğer yandan küresel değer zincirlerine entegre oldu.

1989 Tiananmen Meydanı olayları sonrasında Parti, ideolojik meşruiyetini koruma refleksiyle eğitim politikalarına ağırlık verdi. Üniversiteler yeniden yapılandırıldı, yurtseverlik eğitimi yaygınlaştırıldı ve yükseköğretim altyapısı Project 211, 985 ve Double First-Class gibi programlarla dünya standartlarına taşındı.

Çin aynı zamanda Japonya’nın yalın üretim prensiplerinden ve Almanya’nın dijital sanayi stratejilerinden ilham aldı. Made in China 2025 ile bu modelleri yerel koşullara uyarlayarak kendi sanayi dijitalleşmesini başlattı. ABD ile yapılan teknoloji iş birlikleri, özellikle 1980’ler ve 1990’larda Çin’e know-how aktarımını sağladı. Bu sayede Çin, taklitten özgün inovasyona geçerek bugün nükleer enerji, elektrikli araçlar, bataryalar gibi alanlarda dünya liderliği yarışında yer aldı.

Ancak bu yükselişin bedelsiz olmadığı da açık. Aşırı kapasite sorunu, borçlanma oranlarındaki artış, verimlilik kayıpları ve kaynak tahsisinde dengesizlikler Çin’in gelecekteki istikrarını tehdit ediyor. Yani, yükseliş var ama zeminin her zaman sağlam olduğu söylenemez.


8. Sonuç ve Tartışma

Çin’in son yüzyıldaki yükselişi, sadece ekonomik başarılarla değil; aynı zamanda ideolojik bir anlatı, stratejik bir vizyon ve esnek bir dış politika anlayışıyla mümkün olmuştur. “Yüzyılın aşağılanması” gibi güçlü bir tarihsel hafıza, toplumu ulusal hedefler etrafında kenetlemiş; Parti ise bu hafızayı kullanarak hem içeride meşruiyetini sağlamış hem de dışarıda etkisini artırmıştır.

Çin, Batı’dan öğrendiklerini kendi kültürel ve siyasal bağlamına göre uyarlamayı başarmıştır. Bu da onu sadece taklit eden değil, adapte eden ve yeniden inşa eden bir aktör haline getirmiştir.

Önümüzdeki dönemde Çin’in başarısı, artık sadece büyümeye değil, nasıl büyüdüğüne, kimleri etkilediğine ve ne tür değerler ürettiğine bağlı olacak. Yapısal sorunların çözümü, inovasyon kapasitesinin sürdürülebilirliği ve küresel sistemle ilişkilerin dengede tutulması, Çin’in 21. yüzyıldaki konumunu belirleyecek temel dinamiklerdir.

Bu hikâye henüz bitmedi. Ama şimdiye kadar yazılanlar, Çin’i çağımızın en etkileyici dönüşüm örneklerinden biri yapmaya şimdiden yetiyor.


Kaynakça

  • asianstudies.org – Mao Zedong’un tarihsel anlatısı ve “yüzyılın aşağılanması” teması
  • eastasiaforum.org – Tiananmen sonrası ideolojik yeniden yapılanma ve yurtseverlik eğitimi
  • wenr.wes.org – Çin’in yükseköğretim reformları ve Project 211 / 985 analizleri
  • chinaeducenter.com – Project 211 ve 985 detayları
  • fu-berlin.de – Project 985 kapsamındaki elit üniversiteler ve stratejik hedefler
  • eaziline.com – Double First-Class inisiyatifi ve yükseköğretim dönüşümü
  • nuke.fas.org – ABD teknolojisinin Çin’e transferi ve etkileri
  • archivemacropolo.org – Japonya’dan öğrenilen üretim modelleri ve Çin’in uygulamaları
  • isdp.eu – Made in China 2025 ve Industry 4.0 bağlantısı
  • itif.org – Çin’in inovasyon kapasitesi ve küresel teknoloji yarışındaki yeri
  • theguardian.com – Aşırı kapasite sorunu ve “ikinci Çin şoku” tartışmaları
  • dergipark.org.tr – Çin’in dış politikası, Kuşak ve Yol Girişimi ve çok kutuplu sistem tartışmaları

Yorum bırakın