KAOSTAN YALINA: GÜVEN TEMELLİ BİR DÖNÜŞÜMÜN YOL HARİTASI

Bu yazı, önceki altı makalenin bir sentezi olacak. Ama sadece toparlamakla kalmayacak — aynı zamanda yalın dönüşüme başlamak ya da yeniden ayağa kaldırmak isteyenler için net bir yol haritası çizecek. Sahadan, yaşanmış, uygulanabilir bir rehber niteliğinde olacak.

Kargaşanın Adı Kaos Değil, Güvensizliktir
Sahaya indiğimizde en çok duyduğumuz kelime şu: kaos.
Planlar tutmuyor, iş yetişmiyor, hata tekrarlanıyor, herkes bir şey söylüyor ama kimse bir şeye inanmıyor.
İşte burada yanlış bir tanım başlıyor:
Buna kaos diyoruz ama aslında yaşanan şey güvensizliktir.
• Sisteme güven yok,
• Veriye güven yok,
• Lidere güven yok,
• Geleceğe güven yok.
Ve işte bu ortamda hangi sistemi uygularsan uygula, tutmaz. Çünkü sistem değil, zemin zayıf.

Güven Temelli Yalınlık Ne Demektir?
Yalınlık sadece 5S, Kaizen, TPM, Kanban değildir.
Yalınlık, önce güvenle başlar.
Yani şunlarla:
• Veriye güven,
• İnsana güven,
• Sistemin tutarlılığına güven,
• Liderin samimiyetine güven,
• Gelişeceğine dair güven.
Ve bu güven olmadan yapılan her yalın uygulama, yüzeyde kalır.
Yani bu dönüşüm; önce teknikle değil, ilişkiyle başlar.

Yol Haritası: Güven Üzerine Kurulu Yalın Dönüşüm İçin 7 Adım

  1. Gerçeği Konuşmak
    Yalınlığa başlamadan önce, herkesle aynı sayfada olmalıyız.
    Ne var elimizde? Ne yok?
    Ne eksik? Ne yalan söyleniyor?
    Yüzleşmeden düzelme olmaz.
    Ve güven, ancak dürüstlükle kurulur.
    ⚠️ Tavsiye: Tüm seviyelerden temsilcilerin katıldığı, filtrelenmemiş bir “gerçeklik değerlendirme” oturumu yapın.
  2. Güvenilirlik Zeminini Kurmak
    İkinci adım: sistem güvenilir mi?
    Makine aynı işi çıkarıyor mu?
    Veri doğru mu?
    İnsan aynı işi aynı şekilde yapabiliyor mu?
    Yani: zemin düz mü?
    ⚠️ Tavsiye: Standart iş + görsel yönetim + bakım altyapısı kurulmadan yeni proje başlatmayın.
  3. Güvenilebilirlik Kültürü Oluşturmak
    Bu iş sadece sistem değil, insan işidir.
    İnsan güvenmek ister.
    Liderin tutarlılığına, adaletine, şeffaflığına…
    Yani samimiyetine.
    ⚠️ Tavsiye: Yönetici seviyesi için ayrı bir “güvenilir davranış eğitimi” verin. Gösterin ki, sistem değişmeden önce insan değişsin.
  4. Bilgi Akışı ve Algıyı Eşitlemek
    Bilgi akmazsa, dedikodu yönetir.
    Rakam doğru olsa da, insan inanmıyorsa anlamı yoktur.
    Veriyi görmek yetmez, hissedilmesi gerekir.
    ⚠️ Tavsiye: Bilgi panosu, Gemba yürüyüşü ve haftalık açık masa toplantılarını kalıcı hale getirin.
  5. Model ile Gerçeği Ayırmak
    Model fabrika, dijital ikiz, simülasyon — hepsi yol gösterir.
    Ama gerçek dönüşüm sahada olur.
    Öğrenme ve uygulama birbirine karışmasın.
    ⚠️ Tavsiye: Her eğitim sonunda “sahada neyi nasıl değiştireceğiz?” sorusunu netleştirin. Aksi halde eğitim hatıra olur.
  6. Veriyi Davranışla Birleştirmek
    Veri tek başına anlamlı değildir.
    OEE %90 gösteriyorsa ama insanlar sistemden mutsuzsa, veri yanlıştır.
    Rapor değil, gözlem konuşmalı.
    ⚠️ Tavsiye: KPI toplantılarında verinin yanında “saha sesi”ni de dinleyin. Grafik + geribildirim birlikte masaya gelmeli.
  7. Liderliği Güvenle Tanımlamak
    Lider, bilgisiyle değil, davranışıyla takip edilir.
    Görünüyor mu? Dinliyor mu? Destek oluyor mu?
    İnsanlar şuna bakar: “Zor durumda da yanımda mı?”
    ⚠️ Tavsiye: Liderler için “görünürlük” ve “saha süresi” ölçülebilir hale getirilmeli. Gerçek lider, sahada bulunur.

Sistem Değil, Duruş Dönüşüm Yaratır
Yalın düşünce, birçok araç ve teknikten oluşur.
Ama o araçlar ancak güven temelli bir ortamda işe yarar.
Kaostan çıkış; daha fazla Excel, daha fazla panodan değil…
daha sağlam bir insan ilişkisi altyapısından geçer.
Unutma:
Yalın dönüşüm önce bakış açısıdır, sonra sistemdir.
Ve o bakışın merkezinde tek bir şey vardır: güven.

TPM ve Veri Güvenilirliği: Gerçek Midir?

Veri Varsa Güven Var mı?
TPM panosuna bakıyoruz:
• Arıza süresi: 0
• Duruş: 0
• Kayıp: 0
• OEE: %94
Ama sahaya çıkıyoruz:
• Operatör makineyi elle çalıştırıyor,
• Arıza bildirilmemiş ama üretim durmuş,
• Bakımcı “not almayı unuttuk” diyor,
• Kimse bu veriye güvenmiyor.
İşte burada sorulması gereken soru şu:
Veri doğruysa neden sistem işlemiyor?
Yok eğer işlemiyorsa, neden veriye bu kadar güveniyoruz?
Gerçek ile rapor arasında fark varsa, güven yoktur.
Ve güven yoksa, hiçbir veri anlamlı değildir.

TPM ve Yalın Bakım: Temelde Ne Vardır?
Total Productive Maintenance (TPM), üretim kayıplarını azaltmak için geliştirilmiş bir sistemdir.
Ama asıl işin özü şu:
Makineye güvenilirlik kazandırmak.
Her seferinde, aynı işi, aynı şekilde yapabilmesini sağlamak.
Bu da veriye dayanır:
• Ne zaman arıza oldu?
• Ne kadar sürdü?
• Ne sıklıkla tekrar etti?
• Sebep neydi?
Ama bu veriler doğru toplanmazsa, yapılan her analiz boşa gider.
Ve o noktada TPM, bir panodan ibaret kalır.

Algı ile Gerçek Arasındaki Fark Nerede Başlıyor?

  1. Bildirim yapılmayan arızalar:
    Operatör üretimi durduruyor ama duruş girişi yapmıyor.
    Çünkü ya sistem zor, ya “beni suçlarlar” korkusu var.
    Sonuç: sistemde arıza görünmüyor ama makine durmuş.
  2. Tahminle yazılan süreler:
    Duruş süresi ölçülmüyor, “yaklaşık 5 dakika” yazılıyor.
    Ama o 5 dakika aslında 17 dakika.
    Algı başka, gerçek başka.
  3. Manuel müdahaleler:
    Otomatik sistem yerine elle çalıştırma, arızayı gizliyor.
    “Makine çalışıyor” gibi görünse de aslında süreç sağlıksız.
  4. Veriyi düzeltme refleksi:
    KPI tutmadığında, veriyi “ince ayarlama” eğilimi.
    Çünkü rakam kötü görünmesin isteniyor.
    Ama artık veri değil, ilüzyon izliyoruz.

Güvenilir Veri Nasıl Olur?
Veri güvenilir olmalı.
Ama bu, sadece yazılım değil, davranış kültürü meselesidir.
Güvenilir veri için 4 temel unsur gerekir:

  1. Kayıt kolaylığı:
    Sistem kullanımı zor ise kimse veri girmez.
    Zor olan yapılmaz.
    O yüzden veri giriş süreçleri yalın olmalı.
  2. Cezasız kültür:
    “Arıza bildirirsem fırça yerim” duygusu varsa, veri saklanır.
    O yüzden sistem, hatayı değil, şeffaflığı ödüllendirmeli.
  3. Saha çapraz kontrolü:
    Sadece ekrana bakma, sahaya git.
    Kaizen toplantısında anlatılanla sahada görülen aynı mı?
    Gemba yürüyüşü, verinin sağlamasıdır.
  4. Aksiyon takibi:
    Veriye dayalı aksiyon varsa sistem oturur.
    Eğer veri giriliyor ama hiçbir şey değişmiyorsa, insanlar veri girmeyi bırakır.
    Yani verinin sayfada değil, hayatta karşılığı olmalı.

OEE ve Gerçeklik: Sayılarla Kendimizi Kandırmak
OEE %92 gösteriyor ama ürün kalitesiz.
OEE %95 ama planlanan üretim bitmemiş.
Peki bu sayı bize ne anlatıyor?
Cevap şu:
KPI, gerçeği anlatmaz.
KPI, sadece sistemin neye önem verdiğini gösterir.
O yüzden sayılarla konuşurken, onların arkasındaki gerçeği anlamak gerekir. Ben OEE sevmem. Tıpkı büyük büyük laf edenleri sevmediğim gibi.
Ve bu ancak sahaya çıkınca, insanı dinleyince, sürece dokununca anlaşılır.

Gerçeklik Kayıtta Değil, Sahadadır
Veri kıymetlidir ama kutsal değildir.
Rakam, anlamlıdır ama yeterli değildir.
Sistem, kağıt üzerinde değil, uygulamada kendini gösterir.
Bu yüzden yalın düşünce şunu söyler:
“Eğer veriyle gerçek uyuşmuyorsa, önce veriye değil, ilişkilere bak.”
Çünkü bazen sorun sistemde değil, o sistemi besleyen alışkanlıklardadır.
Ve yalınlık; sadece sistem değil, kültür değişimi demektir.

YALIN LİDERLİKTE GÜVEN İKLİMİ NASIL KURULUR?

Liderlik Sistemle Değil, Güvenle Başlar
Yalın üretim sistemdir. Ama sistemin içinde insanlar varsa – ki vardır – liderlik devreye girer.
Ve yalın liderlik, sadece işin planlandığı gibi yürümesini sağlamak değil…
insanların kendini güvende hissedeceği bir ortamı kurmak demektir.
Güven varsa, ekip konuşur.
Güven varsa, problem çıkar ortaya.
Güven varsa, öneri gelir.
Güven yoksa, herkes susar. Sadece görevini yapar. O kadar.
Ve unutma: Yalınlık, sadece iş yapmak değil; problemi ortaya çıkarmak ve çözmek demektir.
Problem çıkmıyorsa, sistem değil… iletişim eksiktir.

Yalın Liderlik Nedir, Ne Değildir?
• Yalın lider, her şeye cevap veren kişi değildir.
• Yalın lider, en bilgili kişi olmak zorunda da değildir.
• Yalın lider; soran, dinleyen, yön gösteren kişidir.
Yalın liderlik, kontrol etmekten çok, koçluk etmektir.
İnsanları zorlamak değil, ortam hazırlamaktır.
Cümleleri “neden böyle yaptın”la değil, “nasıl yardımcı olabilirim”le başlamalıdır.
Ve asıl iş… kriz anlarında başlar.
O an, liderin gerçekte kim olduğunu ekip anlar.

Güven İklimi Nasıl Oluşur?
Güven iklimi, tek seferde oluşmaz.
Tıpkı bir mevsim gibi; zamanla, tekrar tekrar, tutarlılıkla gelir.
Ve bu ortamı oluşturmak için bir liderin dikkat etmesi gereken 5 şey vardır:

  1. Tutarlılık
    Bugün ne söylüyorsan, yarın da onu söyle.
    Kural değişirse, sebebini açıkla.
    Çünkü güvenin ilk şartı budur: “Bu insan öngörülebilir mi?”
  2. Adalet
    İnsanlar ödül değil, adalet ister.
    Aynı hatayı yapan iki kişiye farklı davranırsan, sistem değil kişi sorgulanır.
    Adalet duygusu sarsılırsa, güven kaybolur.
  3. Şeffaflık
    Bilgiyi saklama. Soruları açıkla.
    “Bilmiyorum” deme cesaretini göster.
    Çünkü insanlar doğruyu duymaya tahammül eder, belirsizliğe edemez.
  4. Destek
    Sahaya in. Dinle. Eşlik et.
    Arızada orada ol. Krizde görün.
    Sadece başarıda değil, zor durumda da ekibin yanında ol.
    İnsanlar kriz anında kimin gerçekten lider olduğunu görür.
  5. Geribildirim Kültürü
    Yanlışı yakalayanı ödüllendir.
    Problemi söyleyeni yargılama.
    Geribildirimi kişiselleştirme, sistemle ilgilen.
    Çünkü gerçek yalınlık, problemi cezalandırmaz, çözüm arar.

Yalın Liderin Sahadaki Dili
Yalın liderin iletişimi yalın olmalı:
• Açık,
• Sade,
• Korkutmayan,
• Suçlamayan.
Soru cümleleri şöyle olur:
• “Ne yaşandı, birlikte bakalım.”
• “Bu problemi daha önce fark etmiş miydik?”
• “Bu durum neden tekrar ediyor olabilir?”
Ve en önemlisi:
“Bu sürecin içinde ben neyi daha iyi yapabilirim?”
Bu soru, liderlikte devrim yaratır.

Güvensizlik Varsa, Yalınlık Ters Teper
Güven olmadan yapılan yalın uygulama, kontrol gibi algılanır.
5S, “beni denetliyorlar”a dönüşür.
Standart iş, “bana güvenmiyorlar” hissi yaratır.
Görsel yönetim, “bizi izliyorlar” duygusunu tetikler.
Yani niyet iyidir ama algı bozuktur.
Ve güven ortamı yoksa, her uygulama savunma doğurur.

Güven Olmadan Liderlik Olmaz
Yalın liderlik sadece sistem bilgisinden ibaret değildir.
İnsanları dinleyebilen, duygulara yer açabilen, tutarlı davranan bir duruş meselesidir.
Çünkü insanlar şunu test eder:
“Bu kişi sadece başarılı olmak mı istiyor, yoksa beni de önemsiyor mu?”
İşte bu soruya “evet” dedirtebilen lider, gerçek dönüşümü başlatır.
Ve bu dönüşüm, ne panoda, ne raporda…
sadece güvenin olduğu ortamda gerçekleşir.

Yalınlıkta Bilgi Akışının Önemi

Bilgi Akmazsa Yalınlık Donar
Yalın üretim hızla, çeviklikle, görsellikle anılır. Ama hepsinin altında akan bir şey vardır:
Bilgi.
Bilgi akmazsa, hiçbir süreç düzgün yürümez.
Bilgi doğru değilse, yapılan her şey boşa gider.
Ve bilgi geç gelirse, alınan karar her zaman geç kalır.
O yüzden yalın bir sistemin can damarı bilgi akışıdır.
Ve bu akış sadece dijital bir sistem ya da bir formla sağlanmaz.
Aynı zamanda bir algıyla, bir güvenle, bir kültürle sağlanır.

Bilgi = Güç Değil, Bilgi = Akış
Eski alışkanlık şu:
Bilgi güçtür.
Kimde varsa, o avantajlıdır.
O yüzden çoğu kişi bildiğini paylaşmak istemez.
O yüzden çoğu yönetici, bilgi akışını bilinçli olarak tutar.
Ama yalınlık başka bir şey söyler:
Bilgi, paylaşıldıkça değerli olur.
Bilgi akarsa, sistem akar.
Yani bilgi, güç değil… akıştır.
Bu kültür yerleşmezse, en iyi sistem bile işlemez.
Sadece görünüşte işler. İçten içe tıkanır.

Bilgi Akışında 3 Kritik Unsur
Yalın sistemde bilgi sadece “iletilen şey” değil, bir süreçtir.
Ve bu süreci sağlıklı hale getiren 3 temel unsur vardır:

  1. Doğruluk
    Veri doğru değilse, karar yanlış olur.
    Bu kadar basit.
    Üretim miktarı yanlışsa, planlama çökebilir.
    Kapasite bilgisi hatalıysa, vardiya düzeni bozulur.
    O yüzden bilgi ne kadar hızlı değil, ne kadar doğru olmalı önce ona bakılır.
  2. Şeffaflık
    Bilgi sadece yönetime değil, sahaya da açık olmalı.
    Ne üretiliyor, ne zaman teslim edilecek, hedef nedir, gecikme var mı?
    Herkes bilmeli.
    Çünkü bilgi şeffaf değilse, algı başlar.
    Ve algı, çoğu zaman gerçeği değil, dedikoduyu yönetir.
  3. Zamanında Olmak
    Geç gelen bilgi, hiç gelmemiş gibidir.
    Kapanış sonrası açıklanan hata, sadece bahanedir.
    Gerçek zamanlı takip olmazsa, anlık karar alınamaz.
    O yüzden bilgi, olduğu anda ulaşmalıdır. Özellikle günümüz dünyasında bu bilginin ve analizin zamanında yerine ulaşması çok büyük önem taşımaktadır.

Algı Yönetimi: Gerçekten Önemli Mi?
Evet. Çünkü algı, çoğu zaman gerçekliği gölgeler.
Yönetici ne yaparsa yapsın, çalışan ne görüyorsa onu algılar.
• Toplantıya çağrılmazsa: dışlandığını hisseder.
• Karar değişirse: “otorite zayıf” der.
• Aksilik paylaşılmazsa: “saklanıyor” diye düşünür.
Yani algı, boşlukta oluşur.
Bilgi akmazsa, o boşluk dedikoduyla dolar.
O yüzden bilgi yönetimi kadar algı yönetimi de önemlidir.
Yalınlıkta algı, yalnızca tasarımla değil, ilişkiyle yönetilir.

Görsel Yönetim = Algı ile Bilgiyi Eşitlemek
Yalın sistemde görsellik çok konuşulur.
Andon panosu, üretim tahtası, iş akışları, renkli etiketler…
Amaç şudur:
Gözle görülen şey, kulaktan duyulanı bastırsın.
Bilgi ortada dursun.
Her seviyeden kişi, aynı bilgiye ulaşsın.
Yorum farkı kalmasın.
Görsel yönetim, bilgiyle algıyı aynı hizaya getirir.
Bu yüzden her yalın uygulamada görsellik temel parçadır.

Bilgi Tutulmaz, Akıtılır
Eski kültürde bilgi, kişide kalır.
“Ben bilirim” kültürü.
Yalınlıkta bilgi; ekipte, panoda, sistemdedir.
Kimsenin kafasında saklı değildir.
Her sabah plan tahtasında, üretim verisinde, günlük kontrol listesinde ortadadır.
Çünkü sistem şunu der:
Bilgi paylaşılmazsa sistem yürümez.

Bilgi Akarsa Yalınlık Yürür
Bir sistemin ne kadar yalın olduğu, bilgi akışının ne kadar açık olduğuyla ölçülür.
Ne kadar hızlı olduğu değil, ne kadar şeffaf ve doğru olduğu önemlidir.
Bilgi netse, ekip rahat olur.
Bilgi sağlamsa, yönetim güçlü olur.
Bilgi akarsa, algı yönetilebilir olur.
Ve algı kontrol altındaysa, kültür inşa edilebilir.

Dojo ve Gerçeklik: Eğitimde Dönüşüm Eksikliği

Gördüğümüz şey gerçek mi?
Yalın üretimde, eğitim verirken ya da sistemi anlatırken hep model kullanırız.
Model fabrika kurarız.
Dojo alanı inşa ederiz.
Simülasyon hazırlarız.
Süreçleri kartlarla, legolarla, dijital ekranlarla öğretiriz.
Ama bazen şu soru içimizi kurcalar:
Bu ortamda öğrendiğimiz şey, gerçek üretimin ne kadarına denk geliyor?
Model ile gerçek arasında bir çizgi var.
O çizgi kalınlaştıkça, öğrendiğimiz şeyin etkisi azalır.
Ve asıl tehlike şurada başlar:
Modeli gerçek sanmaya başladığımız an, yalın sistemin içi boşalmaya başlar.

Model Fabrikalar: Gözle Gördüğün, Ama Hissedemediğin Üretim
Model fabrikalar, yalın dönüşümde etkili bir araçtır.
İnsanlara dokunarak, görerek, deneyerek öğrenme imkânı sunar.
Ama hiçbir model, gerçek hayatın %100 karşılığı olamaz.
Çünkü modelde:
• Hata yapmanın maliyeti yoktur,
• Müşteri gerçek değildir,
• Süre baskısı yoktur,
• İş yükü simüledir,
• Kriz yoktur.
Bunlar önemli farklardır.
Bu yüzden modelde çok iyi olan bir uygulama, sahada da başarılı olacak anlamına gelmez.
Yani simülasyon bir araçtır ama hakikat değildir.

Dojo Eğitimleri: Sistem Öğrenilir, Zihniyet Ne Olacak?
Dojo, Japonca’da “öğrenme alanı” demektir.
Yalın kültürde uygulamalı öğrenmenin karşılığıdır.
Kısa çevrimler, hızlı denemeler, hatasızlaştırma yöntemleri burada denenir.
Ama aynı model fabrika gibi, dojo da kontrollü bir ortamdır.
Gerçek duygular, baskılar, ekip çatışmaları orada yaşanmaz.
İnsan, dojo’da “öğrenir.”
Ama sahada “değişir.”
Eğer sistem sadece dojo’ya sıkışırsa, öğrenme kalır ama dönüşüm gerçekleşmez.
O yüzden soru şu:
Eğitim veriyoruz ama zihin değişiyor mu?

Dijital İkizler: Verinin Gerçeği Temsil Ettiği Varsayımı
Bugün birçok işletme “dijital ikiz” kullanıyor.
Yani üretim hattının bir dijital simülasyonu.
Hızlar, arızalar, bakım zamanları dijitalde takip ediliyor.
Tahminleme sistemleriyle planlama yapılıyor.
Ama burada da aynı tehlike var:
Veri doğruysa, simülasyon anlamlıdır.
Ama veri yanlışsa, dijital ikiz seni yanıltır.
Tıpkı bir aynaya bakıp başka birini görmeye benzer.
Bu yüzden dijital sistemler “gerçekliğe sadık” olmak zorundadır.
Yoksa yönetilen şey süreç değil, bir illüzyon olur.

Gerçeklik Algısı ile Bağlantısı
İlk yazılarda konuştuğumuz “gerçeklik algısı” burada tekrar karşımıza çıkar.
Bir şeyi çok sık görürsen, doğru sanırsın.
Modeli ne kadar tekrar edersek, gerçek yerine onu koymaya başlarız.
Ama sahada ses var, stres var, insan var.
Simülasyonlarda ise sadece sistem var.
İşte bu farkı unutmamak gerekir.
Model, yolu gösterir ama yolu yürümez.
O yüzden dönüşüm sahada olur.
Gerçeklik, ancak yaşanarak öğrenilir.

Ne Yapmalı?
Model kullanmamalı mıyız? Hayır.
Tam tersine, daha çok kullanmalıyız.
Ama modelin sınırlarını bilerek kullanmalıyız.
• Modeli araç yapmalı, amaçlaştırmamalı.
• Eğitimi sahaya aktarmanın yolunu tasarlamalı.
• Katılımcıya “burası öğrenme alanı, gerçek değil” mesajı açıkça verilmeli.
• Simülasyona değil, sahaya yatırım yapılmalı.
Ve en önemlisi:
Her simülasyonun sonunda “gerçekte ne yapacağız?” sorusu sorulmalı.

Yalın Düşünce Gerçekte Başlar
Yalın düşünce, modelle başlar ama sahada filizlenir.
Gerçek veriyle, gerçek davranışla, gerçek tepkiyle gelişir.
Modelde iyi olmak, sadece potansiyel demektir.
O potansiyel ancak sahada karşılığını bulursa dönüşüm başlar.
Unutma:
Simülasyon bir yansımadır.
Yalınlık ise yansımanın ötesine geçmektir.

KARANLIKTAN GERÇEKLİĞE, GERÇEKLİKTEN GÜVENE: YALIN BİR BAŞLANGIÇ

Gerçeklik… Gördüğümüz şey gerçekten var mı? Yoksa sadece beynimizin yorumladığı bir yansıma mı? Algı, duyular, inançlar ve bilgiler… Her şey bir araya gelip bize bir dünya resmi sunuyor. Ama bu resmin ne kadarı doğru? Ne kadarı gerçekten “bizim”?
Bu sorularla yola çıktık. Evrenin %95’ini oluşturan karanlık madde ve karanlık enerjiyi konuşarak başladım. Ardından “gerçeklik algısı”nı sorguladım. Şimdi ise asıl amaca geliyoruz: Yalın üretim ve yalın düşünce.

Neden Bu Sıralama?
Çünkü yalınlık sadece israfı azaltmak, değer akışını netleştirmek ya da standart iş üretmekten ibaret değildir. Yalın düşünce, bir bakış açısıdır. Görmeyi, algılamayı, anlamlandırmayı ve nihayetinde karar almayı yeniden tasarlamak demektir.
Ve bu da gerçeklik algısı ile başlar.
Eğer içinde bulunduğumuz süreci, sistemin bütününü veya işin özünü tam olarak göremiyorsak – ya da yanlış yorumluyorsak – uyguladığımız hiçbir teknik sürdürülebilir olmaz. Tıpkı karanlık bir illüzyonun içinde kaybolmuş gibi oluruz. Sonra adı “kaos” olur. “Kader” deriz, “şanssızlık” deriz. Oysa çoğu zaman sadece yanlış yapılandırılmış bir algının ürünüdür bu sonuçlar.

Güvenilirlik ve Güvenilebilirlik: Temel Taşlar
Serinin devamı, Alp Esin hocamın da özellikle altını çizdiği gibi, iki temel kavram üzerine kurulacak:
• Güvenilirlik: Bir sistemin, sürecin ya da yapının sürekli aynı doğrulukla çalışabilme kapasitesi.
• Güvenilebilirlik: O sisteme, sürece ya da kişiye duyulan tutarlı ve sağlam güven duygusu.
Yani yalnızca düzgün çalışan bir sistem değil; aynı zamanda çalışanına, kullanıcısına, tedarikçisine ve yöneticisine güven veren bir yapıdan bahsediyorum.
Ve biliyoruz ki bu ikisi olmadan, hiçbir yalın uygulama gerçek bir dönüşüm yaratmaz.

Simülasyon Teorisi ve Yalın Düşünce
Gerçeklik algısı gibi, yalın düşünce de görünenin ötesine bakmayı zorunlu kılar. Bir iş istasyonuna bakarken sadece üretim zamanına değil, beklemeye, taşımaya, bilginin akışına, kararın kaynağına, davranışın nedenine bakarız.
İşte bu noktada simülasyon teorisi devreye girer. Fabrikalardaki model fabrikalar, dojo eğitimleri, dijital ikizler… Hepsi aslında birer simülasyon yaklaşımıdır. Gerçekliği, daha yalın hale getirebilmek için yeniden yapılandırırız. Ama asıl sorun şu ki:
Bu yapılar ne kadar güvenilir? Ve ne kadar güvenilebilir?
İşte serimizin merkezine yerleştirdiğimiz bu sorular, yalın düşüncenin sahici ve sürdürülebilir olabilmesi için vazgeçilmezdir.

Bu Yazı Nereden Doğdu?
Aralık 2024 sayısında yayımlanan Mühendis ve Makina dergisindeki yazılarda Alp Esin hocamızın güvenilirlik kavramını yalın üretimle nasıl ilişkilendirdiğini gördüğümüzde bu seriyi başlatma fikri daha da netleşti. Dergiye ve hocamızın yazısına buradan ulaşabilirsiniz:
📘 Aralık 2024 Sayısı
📄 Alp Esin – PDF Yazı Linki
Serinin Devamında Neler Olacak?
Bu bir başlangıç. Karanlıkla başladık, gerçeklikle devam ettik. Şimdi sıra 7 parçalık derin bir yalın düşünce serisinde. Her bir makale temelleri sorgulayan, uygulamaları analiz eden, sahada karşılık bulan metinler olacak.
7 Makalelik Serinin Taslak Başlıkları:
• Güvenilirlik Nedir? Yalın Düşüncenin Görünmeyen Temeli
• Güvenilebilirlik: İnsani Yalınlık ve Davranışsal Süreçler
• Simülasyonda Gerçeklik: Model Fabrikalarda Ne Kadar Gerçekteyiz?
• Yalınlıkta Bilgi Akışı ve Algı Yönetimi
• Yalın Liderlikte Güven İklimi Nasıl Kurulur?
• Güvenilirlik Verisi: TPM ve Bakım Sistemlerinde Algı ile Gerçek Arasındaki Fark
• Kaostan Yalına: Güven Temelli Bir Dönüşümün Yol Haritası

Bu seriyi sadece teknik bir dönüşüm aracı değil, aynı zamanda zihinsel bir dönüşüm rehberi olarak kurguluyorum. Gördüğümüz şeyin gerçekten orada olup olmadığını sormadan, yalınlığı göremeyiz. Ve güvenilir bir temel olmadan, hiçbir yapı sürdürülemez.
Sen de bu yolculuğa katılmak istersen, yazıların tamamını http://www.okandinc.com adresinde takip edebilirsin.

Gerçeklik Algısı: Beynimizin Rolü

Gerçeklik, insanlık tarihinin en eski ve en karmaşık sorularından biri olmuştur. Gözlerimizle gördüğümüz, kulaklarımızla duyduğumuz, ellerimizle dokunduğumuz şeylerin gerçekten var olup olmadığını nasıl bilebiliriz? Bu makalede, gerçeklik algımızın nasıl oluştuğunu, beynimizin bu süreçteki rolünü, simülasyon teorisi gibi modern tartışmaları ve rüyaların gerçeklik deneyimimize etkisini derinlemesine inceleyeceğiz.
Gerçeklik Algısının Temelleri
Gerçeklik algımız, duyularımızın dış dünyadan topladığı bilgilerin beynimiz tarafından işlenmesiyle oluşur. Ancak bu süreç, basit bir veri aktarımından çok daha karmaşıktır. Beynimiz, gelen duyusal bilgileri geçmiş deneyimlerimiz, beklentilerimiz ve kültürel etkilerle harmanlayarak bir anlam bütünlüğü oluşturur. Bu nedenle, aynı olayı farklı bireyler farklı şekillerde algılayabilir. Örneğin, bir tabloya bakan iki kişi, eserin farklı yönlerine odaklanarak farklı duygular hissedebilir. Bu durum, algının ne kadar öznel olduğunu gösterir. (biseypsikoloji.com)
Beynin Gerçeklik İnşası
Beynimiz, dış dünyadan gelen verileri işlerken belirli kalıplar ve filtreler kullanır. Bu filtreleme süreci, geçmiş deneyimlerimiz, inançlarımız ve duygusal durumlarımız gibi unsurlardan etkilenir. Örneğin, karanlık bir sokakta yürürken duyulan bir ses, geçmişte yaşanan olumsuz bir deneyim nedeniyle tehdit olarak algılanabilir. Bu, beynimizin hayatta kalma içgüdüsüyle şekillenen bir mekanizmasıdır. (ontoloji.com)
Beynin anterior precuneus bölgesi, fiziksel benlik algımızın oluşmasında önemli bir rol oynar. Yapılan araştırmalar, bu bölgedeki aktivitelerin beden dışı deneyimlerle ilişkili olabileceğini göstermektedir. Bu da, beynimizin gerçeklik algısını nasıl inşa ettiğine dair önemli ipuçları sunar. (Psikiyatri Uzmanı Prof. Dr. Kemal Arıkan)
Algı ve Gerçeklik Arasındaki Fark
Algı, duyularımızın topladığı bilgilerin beynimiz tarafından yorumlanmasıdır. Gerçeklik ise, bu algıların ötesinde, nesnel olarak var olanı ifade eder. Ancak, algılarımızın sınırlamaları ve yanılgıları nedeniyle, gerçekliği tam anlamıyla kavramamız her zaman mümkün olmayabilir. Örneğin, optik illüzyonlar, beynimizin görsel bilgileri nasıl işlediğine dair yanılgıları ortaya koyar. Bu tür yanılsamalar, algı ve gerçeklik arasındaki farkın somut örnekleridir.
Simülasyon Teorisi: Gerçeklik Bir İllüzyon mu?
Simülasyon teorisi, içinde yaşadığımız evrenin gelişmiş bir medeniyet tarafından oluşturulmuş bir bilgisayar simülasyonu olabileceğini öne sürer. Bu teoriye göre, deneyimlediğimiz her şey, aslında bir yazılımın ürünü olabilir. Felsefeci Nick Bostrom’un bu konudaki çalışmaları, simülasyon argümanını detaylı bir şekilde ele alır. (Vikipedi: Özgür Ansiklopedi)
Bu teori, bilim kurgu eserlerinde de sıkça işlenmiştir. Örneğin, “The Matrix” filmi, insanların bir simülasyon içinde yaşadığını ve gerçek dünyayı algılayamadığını dramatik bir şekilde tasvir eder. Bu tür eserler, simülasyon teorisinin popüler kültürdeki yansımalarıdır. (Pazarlama İletişimi)
Rüyalar ve Gerçeklik Algısı
Rüyalar, bilinçaltımızın bir yansıması olarak kabul edilir ve genellikle gerçeklikten farklı deneyimler sunar. Ancak bazı durumlarda, rüyalar o kadar gerçekçi olabilir ki, kişi uyandığında yaşadıklarının gerçek mi yoksa rüya mı olduğunu ayırt etmekte zorlanabilir. Bu durum, beynimizin gerçeklik ve hayal arasındaki sınırları nasıl çizdiği konusunda önemli sorular doğurur.
Duyguların Gerçeklik Algısına Etkisi
Duygusal deneyimlerimiz, gerçeklik algımızı derinlemesine etkiler. Örneğin, çocuklukta yaşanan bir olay, duygusal bir yük taşıyorsa, o anı yıllar sonra bile farklı bir şekilde hatırlayabiliriz. Beynimiz, yaşadığımız duyguları, o anki çevresel faktörlerle harmanlayarak bir hikaye oluşturur. Bu hikaye, bizim o anı nasıl algıladığımızı belirler. (FRPNET+1ontoloji.com+1ontoloji.com)
Gerçeklik Algımızın Sınırları
Gerçeklik algımız, duyularımızın, beynimizin ve duygularımızın karmaşık etkileşimi sonucunda oluşur. Bu süreçte, algılarımızın sınırlamaları ve yanılgıları nedeniyle, nesnel gerçekliği tam anlamıyla kavramamız her zaman mümkün olmayabilir. Simülasyon teorisi gibi modern tartışmalar, gerçeklik kavramını daha da karmaşık hale getirir. Sonuç olarak, gerçeklik algımızın sınırlarını ve doğasını anlamak, hem bilimsel hem de felsefi açıdan önemli bir araştırma alanıdır.


Bu makale, gerçeklik algımızın nasıl oluştuğunu ve beynimizin bu süreçteki rolünü anlamaya yönelik bir bakış sunmaktadır. Karanlık ile başladık, gerçeklik ile devam ediyoruz. Bu seri YALIN ÜRETİM ve YALIN DÜŞÜNCE anlayışının önemini anlatmak için seçtiğim bir giriş yazısı. Serinin devamı ALP ESİN hocamın ifade şekli ile GÜVENİLİRLİK ve GÜVENİLEBİLİRLİK üzerine olacak. Kısaca Yalın Üretim ve Yalın Düşüncenin temeli olacak. Güvenilir ve güvenebilir olmazsak tıpkı karanlık bir illizyonun ortasında kalmışçasına küçülürüz. Kaos der geçeriz. Kadere bağlarız durumumuzu.

Karanlık Madde ve Karanlık Enerji: Evrende Gizli Sırlar

Evrene baktığımızda gördüğümüz şeyler, aslında görebildiklerimizden ibaret. Gözlemlerimiz sınırlı, bilgilerimiz ise daha çok okuduklarımız ve yaşadıklarımızla şekilleniyor. Ama koskoca evrende, görünmeyen bir şeyler var. Karanlık madde ve karanlık enerji gibi kavramlar, bilim dünyasında yıllardır konuşuluyor ama hâlâ tam anlamıyla çözülebilmiş değiller.
Bir düşün: Evrenin %95’i bildiğimiz fizik kurallarıyla açıklanamayan, ne olduğu tam belli olmayan “şeylerden” oluşuyor. Sadece %5’i, yani yıldızlar, gezegenler, insanlar… bildiğimiz maddeler. Geri kalanı ise hâlâ göremediğimiz ama etkisini hissettiğimiz karanlık madde ve karanlık enerji.
Karanlık Madde Nedir, Ne Değildir?
Karanlık madde gözle görülemez, ışıkla etkileşime girmez ama varlığını galaksilerin hareketlerinden anlayabiliyoruz. Galaksiler, içinde görünen maddeden çok daha büyük bir kütleye sahipmiş gibi davranıyor. Yani bir “şey” var orada; sadece onu doğrudan göremiyoruz. Bilim insanları bu “şey”in, evrende kütleçekim etkisi gösteren ama ışık yaymayan bir madde olduğunu düşünüyor: karanlık madde.
Ama işin zor tarafı şu: Karanlık maddenin ne olduğunu hâlâ kesin olarak bilmiyoruz. Belki zayıf etkileşimli büyük kütleli parçacıklar (WIMP’ler), belki aksiyonlar, belki bambaşka bir şey. Yani teoriler var ama deneysel kanıtlar hâlâ eksik.
Karanlık Enerji: Evrenin İtiş Gücü
Karanlık enerji ise karanlık maddeden bile daha garip. Evrenin genişlediğini 20. yüzyılın ortalarında öğrendik. Ama 1990’lara geldiğimizde fark ettik ki bu genişleme yavaşlamıyor, aksine hızlanıyor. Bu hızlanmayı açıklamak için “karanlık enerji” kavramı ortaya atıldı.
Sanki evrenin dokusunun içinde bir enerji var ve bu enerji, her şeyi birbirinden uzaklaştırıyor. Şu anki gözlemler, evrenin %68’inin bu bilinmeyen enerjiyle dolu olduğunu söylüyor. Karanlık enerji; evrenin yapısını, kaderini, hatta zamanı nasıl algıladığımızı bile etkiliyor.
Teoriler Neden Sürekli Değişiyor?
Bilim, gözleme dayanır. Yeni veriler geldikçe eski teoriler revize edilir ya da tamamen terk edilir. Karanlık madde ve karanlık enerji konusunda teorilerin çok uzun ömürlü olmamasının sebebi, elimizdeki verilerin yetersizliği ve sürekli değişen doğası. Evrenin işleyişi, bizim teknolojiyle gözlemleyebildiğimiz aralıktan çok daha büyük bir ölçekte gerçekleşiyor.
Gözlemlerimizin ötesine geçmek istediğimizde, elimizde sadece matematiksel modeller kalıyor. Ve bu modeller, doğru olsa bile, test edilemedikçe teoriden öteye geçemiyor.
Enerji Yoktan Var Olmaz mıydı?
Evrenin temelinde enerji var. Atomlardan galaksilere kadar her şeyin özü enerji. Peki bu enerji ne oluyor? Enerji yoktan var olmaz, vardan da yok olmaz deriz hep. Ama evrenin genişlemesiyle birlikte klasik enerji korunumu kavramı da sarsılıyor.
Genel görelilik kuramı, genişleyen bir evrende enerjinin “klasik” anlamda korunmayabileceğini gösteriyor. Özellikle karanlık enerji gibi negatif basınca sahip bir enerji formu devreye girdiğinde, işler daha da karmaşık hale geliyor.
Gökyüzüne mi Bakıyoruz, Aynaya mı?
Aslında sormamız gereken soru şu olabilir: Biz gerçekten evreni mi inceliyoruz, yoksa kendimizi mi? Gördüğümüz her şey, bizim algı kapasitemizle sınırlı. Görüntü dediğimiz şey, gözle görebildiğimiz dalga boylarının yansıması. Ya göremediklerimiz?
Belki de karanlık madde ve karanlık enerji, evrende bizden gizlenen değil, bizim görme biçimimizin dışındaki gerçekliğin ta kendisi. Bilim, bu görünmeyeni görmeye çalışıyor. Ancak bu çaba da insanın kendi sınırlarını aşma arzusu kadar metafizik bir yön taşıyor.
Teknoloji ve Bilginin Sınırı
Bugünkü araştırmalarımız, sahip olduğumuz teknolojiyle sınırlı. DESI (Dark Energy Spectroscopic Instrument) gibi projeler, milyonlarca galaksiyi inceleyerek karanlık enerji hakkında daha fazla veri toplamaya çalışıyor. Ama bu projelerin başarısı da yine bizim tasarlayabildiğimiz araçlarla sınırlı. Gerçekten evrenin sırlarına ulaşmak istiyorsak, belki önce “gözlem” denen şeyin tanımını yeniden düşünmemiz gerekiyor.
Uzaklaşıyor muyuz, Yaklaşıyor muyuz?
Evet, karanlık enerji ve karanlık madde hakkında çok şey bilmiyoruz. Teoriler gelip geçiyor. Gözlemler çoğu zaman daha fazla soru doğuruyor. Ama belki de mesele, kesin cevaplara ulaşmak değil, daha iyi sorular sormak.
Evrenin %95’ini açıklayamıyoruz diye karanlığa hapsolmuş değiliz. Belki de karanlık, sadece henüz öğrenilmemiş bilgidir. Ve belki de “karanlık” dediğimiz bu boşluk, insanın merakının başladığı yerdir. Tüm karanlık içimizde sakladığımız sırlar olabilir.

Tesla Saldırıları: Psikolojik ve Sosyolojik Boyutlar

Son zamanlarda Tesla’ya yönelik saldırılar sıkça gündeme geliyor. Kırılan camlar, çizilen araçlar, yakılan otomobiller… İlk bakışta birkaç kişinin vandalizmi gibi görünüyor. Ama biraz düşününce mesele sadece araç değil, daha derin bir toplumsal tepki gibi duruyor. Bu yazıda bu saldırıların psikolojik, sosyolojik ve stratejik boyutlarına bakmak istedim. Samimi bir dille, kendi gözümden.
Vandalizm sadece fiziksel zarar değil. Çoğu zaman bir mesaj, bir tepki, bir iç boşalması. Tesla gibi sembolleşmiş markalara saldırmak, o markanın temsil ettiği hayat tarzına yönelmek demek.
Burada Kırık Camlar Teorisi önemli bir yer tutuyor. Teoriye göre küçük düzensizlikler —mesela kırık bir camın onarılmaması— daha büyük düzensizliklerin ve suçların önünü açar. Çünkü “kurallar işlemiyor” algısı oluşur.
Tesla’ya yapılan ilk saldırılar pek ciddiye alınmadı. Bu da sonraki saldırılara zemin hazırladı. İnsanlar, “zaten kimse bir şey yapmıyor” diyerek cesaretlendi. Tıpkı teorideki zincirleme etki.
Saldırılar sadece maddi zarar değil, aynı zamanda bir sistem eleştirisi. Tesla, birçok kişi için lüksün, ayrıcalığın, sistemin sembolü. Ve bazıları o sembole zarar vererek “bu sisteme karşıyım” diyor.
İçimden geçen bir başka düşünce de şu: Bu saldırılar gerçekten kendiliğinden mi gelişti? Yoksa Tesla, düşen satışlarını toparlamak için mağduriyet algısıyla bir gündem mi yaratıyor? Her ihtimali düşünmek lazım.
Elon Musk faktörünü unutmamak gerek. Musk sadece bir CEO değil; politik duruşu, çıkışları, sosyal medyadaki sert diliyle bir kutuplaştırıcı figür. Seven çok, ama tepki duyan da az değil.
Bu tepkiler markaya da yansıyor. Sanki insanlar Musk’a ulaşamıyor ama onun arabasına ulaşarak öfkesini boşaltıyor. Vandalizm bireysel gibi görünüyor ama aslında politik bir duruş.
Sosyal medyanın rolü de büyük. Bir saldırının videosu yayınlandığında başka birine ilham olabiliyor. Vandalizm, bir anda viral bir harekete dönüşüyor. Artık saldırılar bile “seyirlik içerik”.
Yeni nesil eylemler de böyle zaten. Gösterişli bir protesto, uzun açıklamalardan daha çok dikkat çekiyor. “Bir video = bir manifesto” gibi çalışıyor.
Saldırılardan en çok etkilenenlerden biri de Tesla sahipleri. İnsanlar, arabalarını koruma telaşına düşüyor. “Ya bir şey olursa?” kaygısı, kullanıcı deneyimini doğrudan etkiliyor.
Bazı kişiler araçlarını göz önünden çekiyor, çünkü çevre baskısından rahatsız. Tesla artık sadece bir ulaşım aracı değil, sosyal bir kimlik göstergesi. Bu kimlik bazı çevrelerde rahatsızlık yaratıyor.
Bu da sınıfsal gerilimi ortaya koyuyor. Gelir eşitsizliği, toplumsal öfke, dışlanmışlık hissi… Hepsi birleşince bir Tesla arabası bile öfkenin sembolü haline geliyor.
Tesla çalışanları da bu süreçten etkileniyor. Sürekli saldırı haberiyle işe gitmek, motivasyonu düşürüyor. Bu da şirket içinde aidiyet duygusunu zedeliyor.
Tesla’nın bu süreçte sessiz kalması da başka bir sorun. Şirket net bir kamuoyu açıklaması yapmadı. Sessizlik, bazen stratejik olabilir ama çoğu zaman zafiyet gibi algılanır.
Kriz anlarında bir markanın verdiği tepki çok şey anlatır. Tesla bu fırsatı kaçırmış gibi. Güçlü bir iletişim diliyle güven tazeleyebilirdi.
Bu saldırılar bireysel gibi görünse de ortak bir toplumsal duyguya dayanıyor. Örgütsüz ama ortak tepki taşıyan bireyler, aynı eylemi farklı yerlerde tekrar ediyor. Bu da “toplumsal gerilim sinyali”.
Tesla gibi markalar sadece teknoloji üretmemeli, toplumla duygusal bağ da kurmalı. Aksi halde o bağ koptuğunda ilk hedef olmaları kaçınılmaz olur.
Fiziksel saldırıların yanında dijital vandalizm de var. Siber saldırılar, yazılım manipülasyonları, sistem kesintileri… Artık vandalizm sadece taşla yapılan bir şey değil.
Ekonomik krizler bu tür öfkeleri artırır. İnsanlar ulaşamadığı şeylere tepki duymaya başlar. Tesla gibi semboller, hedef haline gelir. Bu bireysel değil, yapısal bir sorundur.
Bazı saldırılar “sahip olamadığım şeye düşmanım” psikolojisine dayanıyor. Psikolojide bu “kaynak düşmanlığı” olarak geçiyor. Düşmanlık, eksikliğin maskesi oluyor.
Aidiyet duygusunun azalması da bu saldırıları kolaylaştırıyor. İnsanlar artık Tesla’yı “bizim markamız” olarak görmüyor. Uzaklaşınca, zarar vermek daha kolay hale geliyor.
En tehlikeli şey ise bu saldırıların normalleşmesi. “Yine mi Tesla’ya saldırı?” tepkisi, duyarsızlık yaratıyor. Duyarsız toplum, daha büyük krizlere kapı aralar.
Kırık Camlar Teorisi burada tam yerini buluyor. Küçük ihlaller, büyük sorunların başlangıcıdır. Ciddiye alınmadığında sistemin tamamı yara alır.
Bu saldırılar sadece camları değil, toplumun ruh halini de yansıtıyor. Görünen cam, kırılan aslında çok daha fazla şey: eşitlik duygusu, güven duygusu, sosyal bağlar.
Sonuç olarak, mesele sadece vandalizm değil. Altında sistem eleştirisi, psikolojik kırılmalar ve toplumsal yorgunluk var. Camı değiştirmek kolay. Ama asıl onarılması gereken, bu toplumsal kopuş.

KIZIL ŞİFA

Vaktiyle, göğün yedi katı sessizdi. Yer yavaş, su suskundu. İnsanlar toprağa doğuyor, toprağa dönüyordu ama aradaki zaman da acıydı. Çünkü iyileşmek yoktu. Kesik kapanmaz, yara sönmez, iç sancısı geçmezdi. Her doğum bir ihtimaldi, her ölüm bir kaçınılmazlık. İnsanlar yalnızdı. Kendi canlarının yükünü taşırken toprağın dilinden anlamaz, göğün fısıltılarına sağır kalırlardı.
Tanrılar bu sessizliği izlerdi. Gök katında, Kutlu Dağ’ın ardında yaşayan Umay Ana, insan gözyaşlarını en çok duyan varlıktı. Her ağlayış ona ulaşır, her çığlık rüzgarla saçına dolanırdı. Umay Ana’nın yüreği titrerdi. Yeryüzünün yaralı sesi ona durmadan ulaşırken, göğün diğer ruhları ilgisizdi. Erlik kendi karanlığında, Ülgen kendi kudretinde oyalanırdı. Ama Umay, toprağın kalbine kulak vermeyi bırakmadı.
Bir gece, göğün üçüncü katında otururken, bir çocuk sesi geldi ona. Bir oğlan çocuğu, annesinin bedenine sarılmış, sönmüş gözlerine bakıyordu. Kadının alnında bir yara vardı, küçük ama derin. O kadının ölmesi gerekmezdi. Umay içinden bir sızı hissetti. “İnsan acısını taşıyor ama şifayı bilmiyor,” dedi.
O gece, göğün yıldızları titredi. Umay Ana ellerini toprağa uzattı. Parmaklarından yeryüzüne düşen ilk damla bir kıvılcım gibiydi. Ve sonra ikinci bir şey yaptı: Gözünden bir damla yaş aktı, gökten süzülerek yeryüzüne indi. O yaş, dağların eteğinde, rüzgarın en az estiği bir yerde, bir kayanın dibine düştü.
Toprak o damlayı emdi. Ve sessizce tuttu içinde. Günler geçti. Ay döndü. Güneş yandı. Sonra bir sabah, orada bir filiz belirdi. İnceydi, narindi ama rengi kıpkırmızıydı. Kıpkırmızı ve yabani. Bu çiçek, gök ile yerin arasındaki ilk şifa idi. Ama henüz onu gören yoktu. Henüz kimse onun adını bilmiyordu. Henüz kanayan eller onu tanımıyordu. Yalnızca Umay Ana, rüzgarla onun kokusunu duyuyordu.
Çiçek büyümeye devam etti. Rüzgâr değdikçe yaprakları titredi. Güneş doğdukça rengi daha da koyulaştı. Rengi artık sadece kırmızı değildi; toprağın derinliklerinden gelen bir ateş gibi yanıyordu. Yalnızca bir çiçek değildi o. Umay Ana’nın gözyaşından doğmuştu, ama toprağın özüyle yoğrulmuştu. Her yaprağı, bir yara hatırlıyordu. Her kökü, bir acının izini taşıyordu.
Onu gören kuşlar bir an duraklıyor, yaprağında gezinen karıncalar yollarını değiştiriyordu. Gök katında bu yeni varlık sessizce konuşulmaya başlandı. Ülgen baktı. “Bir çiçekle ne olur?” dedi. Erlik duydu. Alay etti: “Acı da toprağın gerçeğidir. Onu alan, insanı güçsüz kılar.” Ama Umay sessizdi. O sadece bekliyordu.
Yer-su ruhları, çiçeğin çevresinde toplanmaya başladı. Köklerine su taşındı, yapraklarına gece serinliği konduruldu. Doğa ona yol açıyordu. Bir süre sonra, hayvanlar da çiçeğin bulunduğu yeri aramaya başladı. Yaralanan bir tilki, içgüdüyle gelip yaprağının altına uzandı. Gözleri yarı kapalıydı, nefesi kısaydı. Ama sabah olduğunda yeniden yürüyordu. Kurt sürüsü geçerken o çiçeğin etrafında daire çizdi, uludu. Doğa fark ediyordu. Doğa öğreniyordu.
İnsan henüz bilmezken, toprak ve hayvan bu şifaya yüz sürüyordu. Umay Ana bunu izledi. Ama bir şey daha eksikti. İnsan bunu fark edemezdi. Çünkü yalnızca bakmakla görülen bir şey değildi o çiçek. Anlamak gerekirdi. Dinlemek, beklemek, sabretmek…
Ve bu sabrı gösterecek biri gerekiyordu. Umay Ana göğe baktı. “O çiçeğe yolu gösterecek bir insan doğmalı,” dedi. “Yarayı taşıyacak, şifayı arayacak biri…”
O kişi, henüz doğmamıştı. Ama adı çoktan belliydi: Alaz.
Alaz, sıradan bir gecede doğmadı. Ne gökyüzü sakindi ne toprak suskundu. O gece gök gürledi, dağlar titredi, ırmaklar yön değiştirdi. Doğduğu an, gece ikiye yarıldı. Kurtlar uludu, ağaçların gövdesi çatladı. Çünkü bu çocuk, insan gibi görünse de sıradan bir candan doğmamıştı. Annesi bir kadındı, babası bir dağ gibi suskundu. Ama Alaz’ın içindeki kıvılcım başka yerden geliyordu. O, Umay Ana’nın nefesinden kalan bir izdi.
Doğduğunda ağlamadı. Sessizce bakındı. Gözüne bir kıvılcım değdi. Sanki bir şeyi bekliyordu. Büyürken diğer çocuklardan farklıydı. Oyunu değil sessizliği severdi. Saatlerce taş izlerdi. Göl kıyısında bir yaprağın salınımını saatlerce izleyebilirdi. Kuşların sessizleştiği anları duyabilirdi. Babası bir keresinde şöyle dedi: “Bu çocuk zamanı saymaz. Zaman onun için bir yoldur, bir tartı. Ama neyi tarttığını ben anlamam.”
Alaz için sabır, bir alışkanlık değildi. O, sabrı kullanırdı. Onun için sabır, bir zaman ölçüsüydü. İmkânsız olan şeyler, yalnızca daha uzun sabır gerektiren şeylerdi. Bir taşın suyla şekil değiştirmesi gibi. Bir tohumu toprağın kabul etmesi gibi.
Bir gün, Alaz ormanın derinliklerinde yürürken bir his duydu. Ayakları onu bilmediği bir yola sürükledi. Bu yol düz değildi, taşlıydı, kıvrımlıydı. Ama Alaz durmadı. O yolu izledi. Güneş batarken bir açıklığa çıktı. Ve orada… Bir kaya dibinde, rüzgârın bile usul geçtiği bir yerde… O çiçeği gördü.
Rengi, tanıdığı hiçbir renge benzemiyordu. Yaprağına baktı. Eğildi. Kokusunu içine çekti. İçinde bir şey kıpırdadı. İlk defa, dış dünyada hissettiği bir şeyle, içindeki sessizlik birbirine değdi. O an, hiçbir şey söylemedi. Ama biliyordu. Bu çiçek, bir sırdı. Ve o sırrı çözmesi gerekiyordu. Henüz ne işe yaradığını bilmiyordu. Ama bilmesi de gerekmiyordu. Çünkü onun için anlamak, sabırla başlardı. Ve Alaz, beklemeyi biliyordu.
Alaz o ilk karşılaşmadan sonra her gün aynı yere döndü. Çiçeğe dokunmadı. Koparmadı. Sadece izledi. Sabah yapraklarının güneşe nasıl açıldığını, akşam rüzgârla nasıl kapandığını… Yağmur değdiğinde nasıl titreştiğini… Ay ışığında nasıl parladığını… Günler geçti. Haftalar…
Çiçeğin çevresinde yaralanan hayvanlar, hep onun dibinde duruyordu. Bir keklik kanat altını çiçeğe sürtüyor, bir sincap kuyruğunu yapraklara bırakıyordu. Hepsi iyileşiyordu. Ama hâlâ eksik bir şey vardı.
Bir gece yağmur indi. Bir zeytinyağı damlası — dağın tepesinden rüzgârla taşınmıştı — yapraklara bulaştı. Sabah Alaz bunu gördü. Ve o gün bir tilki, yarasını yağlı yapraklara sürttü. Ertesi gün izi kalmamıştı.
O an Alaz anladı. Toprak bir şey verir, ağaç bir şey taşır, zaman onları birleştirir. Kendi elleriyle ilk kez bir yaprak kopardı. Yağ kabına koydu. Günlerce bekletti. Sonra bir çocuğun yarasına sürdü. Üç günde iz kalmadı.
Artık adı vardı bu çiçeğin: Kızılçiçek.
Köyde bilgi yayıldı. Ama insanlar sabırsızdı. Çiçeği hızla tükettiler. Yağ işe yaramamaya başladı. Doğa kendini geri çekti. Alaz bir taş koydu çiçeğin yanına: “Sabırla gelen şifa, sabırsızlıkla yok olur.”
Sonra rüyalarda Umay Ana yeniden geldi. Öğretti. Sessizce. Sabırla. Gelenek doğdu. Yağ yapılmaya devam etti. Ama artık bir kültürdü. Ritüeldi. Dengeydi.
Bugün hâlâ dağlarda açar o çiçek. Ama onu anlamak için beklemeyi bilmek gerekir. Çünkü şifa, yalnızca sürülen değil, beklenendir.

Gelişen Katı Hâl Batarya Teknolojileri

Katı hâl bataryaları, geleneksel lityum-iyon bataryalardan farklı olarak sıvı veya jel elektrolit yerine katı elektrolit kullanımıyla öne çıkmaktadır. Bu bataryalar, otomotiv endüstrisi başta olmak üzere enerji depolama ve taşıma teknolojilerinde devrim niteliğinde gelişmeler vadetmektedir. Elektrikli araçlarda (EV) menzil artırımı, güvenlik iyileştirilmesi, şarj sürelerinin azalması gibi kritik avantajlar nedeniyle, katı hâl bataryalarına olan ilgi gün geçtikçe artmaktadır.
Katı hâl bataryaları, lityum metal anotlar, katı elektrolit ve katot bileşenlerinden oluşmaktadır. Lityum metal anotlar, geleneksel grafit anotlara göre daha yüksek enerji yoğunluğu sağlar. Katı elektrolitler ise seramik, süreklilik arz eden polimer veya sükunette iyonik iletkenlik gösteren süreklilik arz etmeyen polimer bileşenlerden meydana gelmektedir. Bu yapıların en önemli özelliği, düşük iyonik direnç sunmaları ve dendrit oluşumunu minimize etmeleridir.
Bu bataryaların otomotiv sektörüne sağladığı katkılar incelendiğinde, öncelikle enerji yoğunluğu ve menzil artırımı dikkat çekmektedir. Katı hâl bataryaları, lityum metal anot kullanımı sayesinde birim hacimde daha fazla enerji depolama kapasitesi sunar. Geleneksel lityum-iyon bataryaları 250-300 Wh/kg enerji yoğunluğuna sahipken, katı hâl bataryaları 400 Wh/kg ve üzerine çıkabilmektedir. Bu durum, elektrikli araçlarda menzil kaygısını azaltmakta ve daha uzun süreli sürüş imkanı sunmaktadır.
Katı elektrolitler yanmaz yapıda oldukları için, batarya termal kaçak riski minimize edilmektedir. Elektrikli araçlarda sık karşılaşılan batarya yangınları ve termal sorunlar katı hâl bataryaları ile büyük ölçüde ortadan kalkacaktır. Bu durum, hem kullanıcı güvenliğini hem de regülatif gereklilikleri daha kolay sağlamaya yardımcı olacaktır.
Katı hâl bataryaların düşük iç dirençleri sayesinde daha hızlı şarj edilebilmektedir. Özellikle uzun yolculuklar sırasında şarj süresinin 15 dakikanın altına düşmesi, elektrikli araçların yaygınlığını artıracaktır.
Otomotiv devlerinden Toyota, QuantumScape, Solid Power, Mercedes-Benz & Factorial Energy, Panasonic, Hyundai ve Volkswagen gibi firmalar bu alandaki Ar-Ge yatırımları ile öne çıkmaktadır. Toyota, 2010’lu yılların başında katı hâl batarya çalışmalarına başlamış ve 2021 yılında ilk somut adımını atarak, 2025 itibarıyla hibrit araçlarında bu bataryaları kullanmayı hedeflediğini açıklamıştır. QuantumScape, 2010 yılında kurulmuş, 2020’li yıllarda prototip üretiminde ilerleme kaydederek, 2023 itibarıyla 5 amper-saat kapasiteli hücre geliştirdiğini duyurmuştur. Solid Power, 2012 yılında Ar-Ge çalışmalarına başlamış, 2022 yılında pilot üretim hattını devreye almıştır. Mercedes-Benz ve Factorial Energy, 2021 yılında iş birliğine başlamış, 2024 itibarıyla yüksek enerji yoğunluklu batarya geliştirme projelerini hızlandırmıştır. Panasonic, 2019’dan bu yana katı hâl bataryaları üzerine çalışmakta olup, 2023’te dronlar için hızlı şarj özellikli prototip tanıtmıştır. Hyundai, 2020 itibarıyla sabit basınç sağlayan katı hâl batarya sistemleri için patent sürecine girmiştir. Volkswagen ise 2018 yılında katı hâl batarya Ar-Ge faaliyetlerine yoğunlaşmış, 2024 itibarıyla prototiplerinin 1000 şarj döngüsünden sonra kapasitesinin %95’ini koruduğunu açıklamıştır.
Bu firmaların ortak beklentisi, katı hâl bataryaların enerji yoğunluğu ve güvenlik konularında lityum-iyon bataryaların önüne geçmesi ve uzun vadede maliyetlerin düşürülmesidir. Hedefleri ise 2025-2030 yılları arasında ticarileşmeyi tamamlayarak, elektrikli araçlarda yaygın kullanım sağlamaktır.
Katı hâl bataryaların yaygın kullanımıyla birlikte geri dönüşüm süreci de önem kazanmaktadır. Bu bataryalar, daha karmaşık bileşenler içerdiğinden, geri dönüşüm yöntemleri halen geliştirme aşamasındadır. Elektrolitlerin seramik veya polimer olması, geleneksel bataryalara göre daha farklı bir ayrıştırma süreci gerektirmektedir. Lityum, nikel ve kobalt gibi değerli metallerin geri kazanımı yine kritik önemdedir. Avrupa Birliği ve Amerika’da, sürdürülebilir batarya geri dönüşüm teknolojileri üzerine yeni mevzuatlar geliştirilmekte olup, şirketler şimdiden kapalı döngü geri dönüşüm sistemleri kurmaya başlamıştır.
PU-KO döngüsü perspektifinden yaklaşıldığında; Planla aşamasında, otomotiv şirketleri Ar-Ge faaliyetlerine katı hâl batarya teknolojisini merkezine alarak uzun vadeli yol haritaları oluşturmalıdır. Uygula aşamasında, batarya entegrasyonu ve üretim optimizasyonu süreci başlatılmalı, dijital ikiz ve otomasyon gibi teknolojiler devreye sokulmalıdır. Kontrol Et aşamasında, batarya performansı ve tedarik zinciri sürekli izlenmeli, verimlilik ve güvenlik testleri düzenli yapılmalıdır. Önlem Al aşamasında ise, performans eksiklikleri giderilmeli, tedarik zinciri riskleri azaltılmalı ve iyileştirme sürekli hale getirilmelidir.
Sonuç olarak, katı hâl bataryaları enerji yoğunluğu, güvenlik ve verimlilik alanlarında otomotiv sektöründe yeni bir sayfa açacaktır. Elektrikli araçların menzil kaygısını azaltarak, şarj sürelerini minimize ederek ve güvenliği artırarak tüketicilerin elektrikli araçlara olan ilgisini daha da yükseltecektir. Erken dönem yatırım yapan şirketler, uzun vadede maliyet avantajı ve pazar liderliği elde edecektir. Katı hâl batarya teknolojisinin benimsenmesi, sürekli gelişim prensipleri ile sürdürülebilir bir geleceğe katkı sağlayacaktır.

ATEŞİN ŞİŞEYE SIĞDIRILDIĞI DESTAN

Bir varmış, bir yokmuş. Çok da uzak olmayan diyarlarda, insanlık ateşle oynamayı pek severmiş. İşte bu hikaye de, cam şişelerin, bez paçavraların ve yanmaktan korkmayan cesur yüreklerin masalıdır.
Gökyüzüne kara bulutlar serildiğinde, takvimler 1939’u gösterdiğinde, kuzeyin buz gibi rüzgarları Finlandiya topraklarına sert sert eserken, bir gece vakti, Sovyet tankları sınırın ötesinden sel gibi akmış. Finlandiyalılar, ellerinde yayları ve oklarıyla değil elbet, bu defa soba boruları ve tahta kaşıklarıyla direnecek gibiymişler. Koca koca tankların üzerlerine geldiğini gördüklerinde, köyden Bilge Erkki, komşu mahallenin yaramaz oğlu Jussi’ ye dönmüş: “Oğlum, o depo sıvısı var ya, hani amcan traktörün motoruna koyuyordu, ondan getir bakayım. Bir de nene’ nin turşu kavanozlarından birkaç tane bul. Yalnız dikkat et, çok sarsma, sonra dedenin şapkalarından da al biraz. Savaş başlıyor, sanata ihtiyacımız var!”
Jussi büyük gözlerle bakarken, hızla koştu. Benzin, kavanoz ve bez parçaları… Erkki şişeyi doldurdu, bezleri tıkıştırdı, sonra kibriti çaktı. İlk atılan kokteyl başarıya ulaştığında, tanktan dumanlar yükseldi. “Bak şunun güzelliğine, adeta bir sanat eseri!” dedi Erkki. O an bir köy kadını, “Bu yeni şişe bombamızın adı ne olacak Erkki?” diye sordu. Erkki başını kaşıdı, sonra iç geçirerek baktı: “Molotof Kokteyli olsun, nasılsa Molotof bizim üzerimize barış paketleri atıyor ya, biz de ona kokteyl servisi yaparız.”
Ve işte o gün bu efsane başladı. Şaka gibi gelen bu isim, dünya tarihine kazındı. O günden sonra Molotof Kokteyli, isyanların, direnişlerin ve duvarlara yazılan sözlerin yanında hep var oldu. Çünkü bazen bir şişe, dünyayı değiştirir.
Molotof Kokteyli’nin Dünya Üzerindeki Yolculuğu
Latin Amerika’nın sıcak topraklarında, isyan ateşi hiç sönmez. Kolombiya’da öğrenciler, hükümetin baskıcı politikalarına karşı ellerinde Molotoflarla sokaklara dökülmüş. Bir öğrenci lideri, arkadaşlarına dönerken şöyle demiş: “Dostlar, bu sadece bir şişe değil, özgürlüğümüzün meşalesi!” Alevler havaya yükselirken, kalabalık daha da artmış ve güçlenmiş.
Paris’in dar sokaklarında, 1968 yılında gençler devrim şarkıları söylerken, Molotoflar kaldırım taşlarıyla dans ediyormuş. Bir genç, polise karşı şişesini sallarken: “Bu kokteyl, barlarda satılmıyor ama ruhu serbest bırakıyor!” diye bağırmış.
Ortadoğu’nun tozlu yollarında, Filistinli gençler İsrail askerlerine karşı taşlarla beraber Molotoflarını da kuşanmış. Bir nine, torununa dönüp demiş ki: “Evladım, eskiden zeytin toplardık, şimdi ateş topluyoruz. Ama umut aynı…”
Çin’de, Tiananmen Meydanı’nda öğrenciler tankların önünde dururken, ellerinde pankartlarla beraber şişeler de varmış. Bir öğrenci, arkadaşına dönüp: “Bu şişede benzin var ama içinde cesaret de var. Birlikte yanacağız ama ışık olacağız!” demiş.
Yunanistan’da 2008 yılında Atina’nın dar sokaklarında, Alexis Grigoropoulos isimli bir gencin polis kurşunuyla öldürülmesi üzerine kıyamet kopmuş. Gençler ellerinde Molotoflarla Exarchia Mahallesi’ni aydınlatırken, bir graffiti duvarına kazınmış: “Polis kurşun sıkar, biz ateşle cevap veririz!”
İspanya’da 2011’deki “Öfkeliler Hareketi” sırasında, Puerta del Sol Meydanı’nda insanlar kriz karşısında sokaklara dökülmüş. Bir kadın gösterici elinde Molotof şişesini kaldırıp bağırmış: “Banka camları kırılır, ama onurumuz asla!”
Güney Afrika’da apartheid rejimine karşı mücadelede, Soweto sokaklarında gençler lastikler yakıp Molotoflarla barikat kurmuş. Bir çocuk, yanan şişeyi sallarken gülümseyip demiş: “Bu ateş özgürlüğün ateşi!”
Molotof Kokteyli, her coğrafyada farklı dillerde aynı şeyi söylemiş: Korkmuyoruz, buradayız! Cam şişeden süzülen alevler, sadece yakan değil, aynı zamanda aydınlatan bir sembol olmuş. Sizlere masalsı bir dil ile “Molotof Kokteylin” tarihçesini ve eskimeyen hikayesini anlattım.

ANKARA AYAZINDA BİR PAZAR.

1982 yılıydı. ODTÜ’de ikinci yılımın başları. 8. Yurt, 6. kat. Ankara ayazı yüzüme yüzüme vuruyor daha Eylül bitmeden. O sene kış erken bastırmıştı. Üstüne bir de o boğucu baskı havası. Sıkıyönetim var, her köşede asker. Yurdun kantininde çay içerken bile gözler üzerimizde gibi hissediyorsun. 12 Eylül’ün ardından gelen o ağır korku iklimi, gençliğimizin üstüne bir gölge gibi çökmüştü. Ama gençlik işte… İçimizde hala kıpır kıpır bir şeyler var.
Fotoğraf merakı o yıllarda da bende vardı. Liseden beri cebimde hep bir fotoğraf makinesi taşırım. O yaz, harçlığımı biriktirip küçük bir Kodak almıştım. 35 mm lensli. Ne görürsen onu çeker. Sanat yapayım derdi yok, ama cebine atar çıkarsın. Otu böceği bile çekerim hevesle. O makineyi aldığım gün var ya, sanki dünyalar benim olmuştu.
O pazar günü de öyle bir gün dü işte. Seçmen kütüğü sayımı var. 82 Anayasası oylanacak. Sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş. Yurt kantini bile kapalı. Kapının önüne çıkmak yasak. İçimizde hafif bir gerginlik ama daha çok sıkıntı var. Ne yapacaksın, dört duvar arasında pineklemekten başka?
Üç arkadaş yangın merdivenine çıktık. Elimde makinayı görünce çocuklar da gaza geldi. “Hadi ya, çek bi’ iki kare!” dedi biri. Ben de hevesliyim zaten. Ankara ayazında elim titriyor ama deklanşöre basarken o heyecan, o keyif… Sanki yasakları deliyoruz. Sanki özgürüz.
Beş-altı kare çektim. Çektik işte, ne çekeceksen. Gök yüzü mü, ağaç mı, bir yurdun penceresi mi… O an önemli olan o klik sesi. Bir dakika geçmedi, anons:
“Yangın merdiveninde fotoğraf çekenler, makinayla birlikte danışmaya gelsin!”
İçime bir ateş düştü o an. Terlikler ayağımda, makinayı kaptığım gibi indim aşağı. Daha merdivenin başında jandarma. Üç kişiler. Sert bakışlı, silahlı. “Komutan sizi çağırıyor. Bizimle geleceksiniz.”
Ayakkabı giyeyim, üstüme bir şey alayım diyorum, dinleyen yok. Kısık sesle ama buyurgan: “Hemen.”
Ve işte o soğuk, o ayaz, o kamyonetin arkasında titreyiş…
Karakola vardık. Kuş uçumu 1500 metre ya var ya yok. Ama ayaklarım donmuş, sanki kilometrelerce yürümüş gibiyim. Çavuş, “Burada bekleyin!” dedi. Girdi içeriye. Biz üçümüz, o ayazda, kapının önünde ayakta dikiliyoruz. Konuşmaya bile çekiniyoruz. Sesimiz bile üşüyor sanki.
Bir on dakika, belki yirmi. Ayaklarım uyuşmaya başladı. Soğuğa alışığım aslında, ama bu bambaşka. Eğildim, yere çömeldim, bağdaş kurdum. Biraz olsun ısınırım belki. Kapıdaki asker gördü:
“Kalk, oturma! Komutan kızıyor.”
Kalkamam dedim. “Ayaklarım üşüdü abi.”
Dediğimi duydu mu duymadı mı bilmiyorum. Çavuş geri geldi, “Komutan çağırıyor.”
İçeri girdik. Komutan, gözleri makinede.
“Bu kimin makinası?”
“Benim.”
“Askerlerimin nöbet yerlerini neden çekiyorsun?”
Baktım makineye, baktım komutana. O makinayla o mesafeden kimsenin nöbet yerini çekemezsin ki. Çocuk oyuncağı gibi bir şey zaten.
“Komutanım,” dedim, “bu makineyle oradan kimseyi çekemezsiniz. Olsa olsa gökyüzü, yurttan bir pencere falan çıkmıştır.”
Ama nafile. “Ben gördüm,” diyor. “Sen karakolun fotoğraflarını çektin!”
Anlatıyorum, dilim döndüğünce. “Komutanım, filmde tek kare karakol yok. Bastıralım, bakın isterseniz.”
“Olmaz,” diyor. “Filmi çıkarayım vereyim,” dedim. “Delilleri mi yok edeceksin?”
Nihayet biraz insafa geldi galiba. “Tamam,” dedi, “Çavuş, bunlarla gidin, Ankara’da açık fotoğrafçı bulun, bastırın filmi.”
Bindik yine kamyonetin arkasına. Soğuk vuruyor suratıma. Emek Mahallesi’nden girdik, Kızılay’a vardık. Sonunda bir fotoğrafçı, ışığı yanıyor. Kapıyı çaldım, adam pencereye çıktı. Yanımda jandarmayı görünce ödü patladı:
“Açamam!” dedi. “Sokağa çıkma yasağı var!”
Ne dediysem fayda etmedi. O korku dönemi işte. Herkes tetikte. Eli boş döndük karakola. Komutan:
“Tamam, makine burada kalsın. Yarın bastırır, getirirsin.”
Ertesi gün makinayı aldım, fotoğrafları bastırdım. Karakolun tek bir karesi yok. Götürdüm gösterdim:
“Tamam,” dedi. “Çekmemişsin.”
Yurda döndüm, 6. kata çıktım. Yangın merdiveni kapısında yazı:
“ANAHTAR DANIŞMADADIR. YANGIN HALİNDE DANIŞMADAN ANAHTARI ALIN.”
Yangın anında bina içi merdivenini kullanmak yasak. Yangın merdiveni kilitli. Sonra bu ülkede yangında, depremde insanlar niye ölüyor diye soruyorsunuz. Yorumu size bırakıyorum.
Ben yine de hatıralarım da o merdivene oturup dinlediğimiz saz sesini seviyorum. Müziğin sesi de rengi de bir başka güzel.

İYİLİK TOHUMU

30. yüzyılda, insanlık galaksinin dört bir yanına yayılmıştı. Yıldız şehirleri inşa edilmiş, gezegenler kolonileştirilmiş ve akıllı makineler her alanda insanların yerine geçmişti. Ancak gelişen teknolojiye rağmen, dünya eskisi gibi değildi. Kuzey Krallığı adı verilen otoriter rejim, gezegenler arası düzeni sağladığını iddia ederek, insanların duygularını kontrol altına almıştı. Gülümsemek yasaktı. Sarılmak tehlikeli bir eylem olarak görülüyordu. “Duygu Kontrol Kanunları” gereği, kimse birbirine karşı özel bir sevgi ya da iyilik göstermemeliydi. İnsanlar yalnızca emirleri yerine getiren, soğuk bakışlı varlıklara dönüşmüştü.
Ancak bir gün, bu düzeni değiştirecek küçük bir olay yaşandı. Derin bir araştırma laboratuvarında unutulmuş bir tohum yeşerdi. Bir zamanlar efsanelere konu olan İyilik Tohumu, toprağa kök salmış ve filiz vermeye başlamıştı. Bu sıradan bir bitki değildi. Onun polenleri, dokunduğu herkese şefkat ve merhamet aşılayan gizemli bir etkiye sahipti. Tohumun büyüdüğü yer, Kuzey Krallığı’nın en ücra köşesindeki bir laboratuvardı. Burada çalışan bilim insanlarından biri olan Luka, yıllardır duygu kavramını sorgulayan nadir kişilerden biriydi. Sistemin dayattığı duygusuz yaşamı benimseyemeyen Luka, tohumun filizlendiği gün bir şeylerin değişeceğini hissetmişti.


Ertesi sabah, laboratuvarın camları gün ışığını süzerek içeriyi aydınlattığında, Luka tohumun etrafında bir ışık halesi olduğunu fark etti. O gün ilk kez, anlamını bilmediği bir sıcaklık hissetti. İçinde, kontrol edemediği bir iyilik dalgası yayılıyordu. O an farkında olmadan gülümsedi ve laboratuvardaki iş arkadaşına selam verdi. Arkadaşı şaşkına dönmüştü. Luka’nın yüzünde yıllardır görülmeyen bir ifade vardı: Mutluluk.
Birkaç saat içinde, Luka’nın temas ettiği herkesin içinde aynı sıcaklık uyanmaya başladı. İnsanlar birbirine daha nazik davranıyor, gözlerindeki soğukluk çözülüyordu. Ve işin en şaşırtıcı yanı, bu değişim durdurulamıyordu. Tohumun polenleri, havaya karışarak yayıldıkça, tüm şehir yavaş yavaş bu bulaşıcı iyiliğe yakalanıyordu. Yolda yürüyen insanlar, eskiden kaçındıkları temasları yeniden keşfetmeye başladılar. Bir çift, uzun zamandır birbirine bakmamış gözleriyle ilk kez derin bir aşkı hatırlıyordu. Evlerin pencerelerinden birbirine gülümseyen yaşlı çiftler, yıllardır

bastırılmış duyguların yeniden canlandığını hissediyordu.
Otoriter rejim, olup biteni fark ettiğinde büyük bir panik yaşandı. Sistem, halkı kontrol altında tutmak için duygu bastırıcı çipler geliştirmişti, ancak bu virüs tamamen farklıydı. Hiçbir teknoloji onu engelleyemiyordu. Kısa sürede sarayın danışmanları, krala büyük bir tehlikenin yaklaştığını bildirdi.
“Majesteleri, insanlar değişiyor. Kontrolümüzden çıkıyorlar!”


Kral, sert ve duygusuz bakışlarıyla danışmanlarını süzdü. “Öyleyse bu değişimi durdurmanın bir yolunu bulun. Yoksa bu krallığın sonu gelir!” diye kükredi. Ancak iyilik virüsü, sarayın surlarını bile aşacak kadar güçlüydü.
Şehirlerde artık insanlar eskisi gibi değildi. Marketlerde insanlar birbirlerine yardım ediyor, yolda düşen birini gören hemen elini uzatıyordu. İşçiler, emirle değil, gönülden çalışıyorlardı. Yüzlerce yıldır unutulan dostluk ve paylaşım yeniden doğuyordu. Saray muhafızları bile etkilenmeye başlamıştı. Gizlice birbirlerine yardım eden askerler, eskiden hissetmedikleri bir şeyleri hatırlıyordu. Bazıları sevdiklerine geri dönmek, eski aşklarını yeniden bulmak için görevlerini terk etmeye başlamıştı.
Gizemli bir grup bilim insanı, virüsün yayılışını analiz etmek için harekete geçti. Ancak çalışmaları sırasında beklenmedik bir keşif yaptılar: İyilik virüsü yalnızca ruhsal değişikliklere sebep olmuyor, aynı zamanda insanların anılarını da geri getiriyordu. Luka, kendisini izleyen bir çift gözün varlığını fark etti. Yıllar önce kaybettiği ve unuttuğunu sandığı sevgilisi Lyra, iyilik virüsü sayesinde anılarını hatırlamıştı. İkili, yılların araya koyduğu mesafeye rağmen birbirlerini bulmanın sevinciyle sarıldı.
Kentin dört bir yanında, insanlar kaybettikleri aşklarını yeniden hatırlıyordu. Bazıları ilk gençlik aşkına, bazıları yıllar önce unuttuğu bir sevdiğine yeniden sarılıyordu. Sevginin yasak olduğu bu dünyada, aşk en güçlü devrim silahına dönüşmüştü. Saray içindeki bazı danışmanlar bile değişmeye başlamıştı. En sadık danışmanlardan biri olan Orion, sevgilisi Elara ile kaçmayı planlıyordu.
Ancak, saray içinde bir kişi değişime direniyordu: Kral. Her şeyin gözlerinin önünde dağıldığını hissediyor, tüm düzenin çöküşünü çaresizce izliyordu. Ancak o da en büyük sürprizini yaşayacaktı. Taht odasında oturduğu sırada kapı açıldı ve içeriye, yıllar önce kaybettiği, öldüğüne inandığı kraliçe girdi. “Leon…” diye fısıldadı kadın. “Artık yalnız değilsin.” Kral, boğazına düğümlenen kelimelerle ayağa kalktı. Yıllardır bastırdığı duygular, sel olup boşaldı ve ilk kez gözyaşları yanaklarına süzüldü.
Ve o an, en büyük dönüşüm başladı. Kral, tüm sistemin çökmesine izin verdi. İnsanlık yeniden sevgiyi hatırladı. Aşkın, iyiliğin ve dostluğun galip geldiği bu yeni dünyada, her şey yeniden başladı.

AVRUPA OTOMOTİV ENDÜSTRİSİ KRİZİN EŞİĞİNDE!

Avrupa otomotiv sektörü, sıfır karbon hedefleri nedeniyle zor günler geçiriyor. Yeşil dönüşüm hedeflerine ulaşmak için atılan adımlar, sanayiyi darboğaza sürükledi. Almanya’nın otomotiv devi Volkswagen (VW), 2021’den bu yana karbon kredisi satın alarak emisyon hedeflerini karşılamaya çalıştı. Ancak bu kısa vadeli çözüm, VW’nin uzun vadede büyük sorunlarla karşılaşmasına neden oldu.
Bugün Volkswagen, bazı fabrikalarını Çinli elektrikli araç üreticisi BYD’ye satmaya hazırlanıyor. Çünkü Avrupa’nın sıkı emisyon düzenlemeleri nedeniyle büyük cezalarla karşı karşıya. Çin ise Avrupa’nın bu açığını fırsata çevirerek otomotiv sanayisinde büyük güç kazandı. Peki, nasıl buraya gelindi? Jevons Paradoksu, bu süreci nasıl açıklıyor? Nissan ve Honda birleşmesi neden Nissan için tehlikeli?
Bu makale, Avrupa otomotiv sanayisinin içinden geçtiği çalkantılı süreci, yanlış stratejilerin ve düzensiz kontrolün nasıl büyük bir tehlikeye dönüştüğünü açıklıyor.
Avrupa Otomotiv Sektörü ve Sıfır Karbon Krizi
Avrupa Birliği (AB), 2035 yılına kadar içten yanmalı motorlu araç satışını tamamen yasaklamayı hedefliyor. Otomotiv üreticileri, karbon emisyonlarını sıfırlamak için elektrikli araçlara (EV) yönelmek zorunda. Ancak bu geçiş, sanayiyi büyük bir finansal ve lojistik krize sürükledi.
Volkswagen, BMW, Renault ve Stellantis gibi devler, karbon nötr hale gelmek için büyük yatırımlar yaptı. Ancak üretim maliyetleri arttı. Elektrikli araç bataryaları için gerekli olan hammaddelerin çoğu Çin’den geliyor. Avrupa, batarya üretiminde Çin’e bağımlı hale geldi. Bu da rekabeti zayıflattı.
En büyük sorun ise Volkswagen gibi şirketlerin kısa vadeli çözümlere yönelmesi oldu. Emisyon hedeflerine ulaşmak için kendi karbon ayak izlerini azaltmak yerine, Tesla ve Çinli EV üreticilerinden karbon kredisi satın aldılar. Ancak bu durum, Avrupa otomotiv sanayisini bir açmaza sürükledi.
Volkswagen’in Hatalı Stratejisi: Karbon Kredisi Kıskacı
Volkswagen, 2021’den bu yana karbon emisyon hedeflerini tutturmak için Tesla’dan karbon kredisi satın aldı. Başlangıçta bu hamle, cezaları önlemek için mantıklı göründü. Ancak bu, VW’nin gerçek bir dönüşüm geçirmesini engelledi.
Volkswagen’in Durumu Nasıl Kötüleşti?
• Kendi karbon emisyonlarını azaltmadı.
• Elektrikli araç üretimini yeterince hızlandıramadı.
• Çinli üreticilerle rekabette geri düştü.
• Şimdi kendi fabrikalarını Çinli firmalara satıyor.
Bugün Volkswagen, Almanya’daki Dresden ve Osnabrück fabrikalarını BYD’ye satmak zorunda. Bu fabrikalar, elektrikli araç üretimine uygun hale getirilemedi. Volkswagen ise Avrupa’nın sıkı emisyon kuralları nedeniyle zor durumda. AB, VW’yi 1.5 milyar euro ceza ile karşı karşıya bıraktı.
Bu satışın bir diğer ironik yanı, Volkswagen’in fabrikalarını Çinlilere satarken, bunu Tesla ve Çin’den satın aldığı karbon kredileriyle yapmak zorunda kalması. Yani Avrupa, karbon politikaları nedeniyle kendi otomotiv devini Çin’e teslim ediyor!
Jevons Paradoksu: Volkswagen ve Avrupa’nın En Büyük Hatası
Jevons Paradoksu Nedir?
İngiliz ekonomist William Jevons, kaynakların verimli kullanılmasının genellikle toplam tüketimi artırdığını söyler. Avrupa’da yaşanan da tam olarak budur.
Avrupa, karbon emisyonlarını düşürmek için elektrikli araçlara yöneldi. Ancak EV üretimi için gerekli olan lityum, kobalt ve nikel gibi madenler Çin’in elinde. Avrupa, batarya üretimini artırdıkça, Çin’den daha fazla hammadde ithal etmek zorunda kaldı.
Sonuç olarak:
• Avrupa’nın karbon emisyonlarını düşürme çabası, Çin’in ekonomisini güçlendirdi.
• Volkswagen gibi şirketler üretimi sürdürebilmek için Çin’e bağımlı hale geldi.
• Şimdi Avrupa, otomotiv sanayisini korumak için Çinli şirketlerle ortaklık kurmak zorunda.
Jevons Paradoksu, Avrupa’nın iyi niyetli karbon stratejisinin nasıl ters teptiğini mükemmel bir şekilde açıklıyor.
Hatalı Stratejiler ve Düzensiz Kontrol: Sanayi İçin Büyük Tehlike
Volkswagen’in yaşadığı kriz, sadece otomotiv sanayisine özgü değil. Yanlış stratejiler ve düzensiz kontroller, birçok sektörde benzer sonuçlar doğurabilir.
Volkswagen’in Hataları

  • Kendi EV teknolojisine yeterince yatırım yapmadı.
  • Karbon kredisi alarak geçici çözümler üretti.
  • Rekabet yerine Çin’den destek aldı.
  • Şimdi fabrikalarını kaybediyor.
    Bu hatalar, Avrupa’nın en büyük otomotiv devinin kontrolü kaybetmesine neden oldu.
    Nissan ve Honda Birleşmesi: Nissan Neden Korkuyor?
    Son dönemde Japon otomotiv devleri Nissan ve Honda arasında birleşme görüşmeleri başladı. Ancak Nissan, bu birleşmeden çekiniyor.
    Nissan’ın Endişeleri
    • Renault ile yaşadığı geçmiş krizler.
    • Honda’nın birleşme sonrası daha fazla kontrol sahibi olma ihtimali.
    • Bağımsız karar alma yetkisini kaybetme riski.
    Nissan, geçmişte Renault ile yaptığı ittifakta zor zamanlar yaşadı. Şirketin yönetimi, bu tür birleşmelerin kendi iç karar alma mekanizmasını zayıflatacağını düşünüyor. Honda ise birleşmeyi, Çin ve Avrupa rekabetinde güçlenmek için bir fırsat olarak görüyor.
    Ancak Nissan için bu, bir bağımsızlık kaybı anlamına gelebilir.
    Avrupa Otomotiv Endüstrisi Çöküşte mi?
    Volkswagen’in yaşadığı kriz, Avrupa otomotiv sanayisinin daha büyük bir sorunla karşı karşıya olduğunu gösteriyor. Yanlış karbon stratejileri ve düzensiz kontrol, Avrupa’nın sanayisini Çin’e teslim etmesine neden olabilir.
    Ana Sorular:
    • Avrupa, otomotiv sanayisini kurtarmak için ne yapacak?
    • Volkswagen gibi devler, Çin ile rekabet edebilecek mi?
    • Nissan ve Honda birleşmesi başarılı olacak mı?
    Bu soruların cevabı, önümüzdeki yıllarda netleşecek. Ancak şu kesin: Yanlış stratejiler, büyük sanayileri bile çöküşe sürükleyebilir.

ECZACILARIMIZA VE ECZANE ÇALIŞANLARIMIZA TEŞEKKÜR

Modern toplumlarda sağlık hizmetleri, hayatın ayrılmaz bir parçasıdır. Bu hizmetlerin omurgasını ise hastaneler, sağlık merkezleri ve eczaneler oluşturmaktadır. Özellikle eczaneler, bireylerin günlük sağlık ihtiyaçlarını karşılamada önemli bir role sahiptir. Bugün bu yazıyla eczacılarımıza ve eczane çalışanlarımıza kucak dolusu teşekkür etmek istiyorum. Onların özverili çalışmaları, sadece bir meslek icrası değil, aynı zamanda topluma duydukları büyük bir bağlılığın göstergesidir.
Geçmişten Günümüze Nöbetçi Eczane Kültürü
Nöbetçi eczaneler, sağlık hizmetlerinin 24 saat kesintisiz bir şekilde sunulmasını sağlayan kritik bir sistemdir. 1980’li yıllarda nöbetçi eczane bulmak için en yakın eczanenin kapısına gidilirdi. Eczanenin camında ya da kapısında nöbetçi eczanelerin adreslerini içeren bir liste bulunurdu. Bu adreslerde genellikle okul ya da cami gibi belirgin bir noktaya referans verilirdi. Çünkü bu yapılar, mahalle halkının kolayca ulaşabileceği yerlerde konumlanırdı.
Zaman içinde şehirlerin büyümesi ve plansız kentleşme, bu sistemin işlemesini zorlaştırdı. Artık insanlar eczane bulmak için daha fazla çaba sarf etmek zorunda kalıyordu. Neyse ki teknolojinin gelişimi bu soruna çözüm sundu. Bugün, akıllı telefonlarımız sayesinde en yakın nöbetçi eczaneyi bulmak ve oraya en hızlı şekilde ulaşmak mümkün hale geldi. Ancak bu kolaylık, şehirleşmenin beraberinde getirdiği başka sorunları ortadan kaldıramadı.
Günümüz Nöbetçi Eczanelerinde Karşılaşılan Sorunlar
Geçmişte tabelalar ve adres tarifleriyle çözülen yol bulma sorunları, günümüzde navigasyon sistemleriyle büyük ölçüde çözülmüş durumda. Ancak, çarpık kentleşme ve plansız altyapı nedeniyle farklı zorluklar ortaya çıkmıştır. Nöbetçi eczanelerde sıkça karşılaşılan sorunlar arasında park yeri eksikliği, yoğun müşteri sıraları ve personel yetersizliği gibi unsurlar öne çıkmaktadır.

  1. Park Yeri Sorunu
    Eczanelerin çoğu şehir merkezlerinde ya da yoğun nüfuslu bölgelerde bulunuyor. Bu bölgelerde araç park etmek başlı başına bir sorun haline gelmiş durumda. Öyle ki, bazı sürücüler araçlarını yol ortasında bırakmak zorunda kalıyor, bu da trafik sıkışıklığına ve hatta kazalara yol açabiliyor.
  2. Yoğun Müşteri Sıraları
    Nöbetçi eczanelerin hizmet verdiği saatlerde müşteri yoğunluğu oldukça fazla oluyor. Bu durum, özellikle acil ilaca ihtiyacı olan kişiler için bekleme süresini uzatarak sıkıntılara yol açabiliyor. Ayrıca bu yoğunluk, çalışanların üzerindeki iş yükünü de artırıyor.
  3. Personel Yetersizliği ve Yoğun Çalışma Koşulları
    Eczane çalışanları genellikle sınırlı sayıda personelle hizmet veriyor. Bu durum, özellikle nöbet saatlerinde personelin mola vermeden çalışmasına neden oluyor. Üç çalışanın aynı anda sokağa taşan bir kuyrukla baş etmeye çalışması, iş yükünün boyutunu net bir şekilde gösteriyor.
  4. Tabelaların Yetersizliği
    Bazı bölgelerde nöbetçi eczaneleri işaret eden tabelaların eksik veya yetersiz olduğu gözlemleniyor. Karanlık saatlerde bu tabelaların ışıklandırılmamış olması, vatandaşların eczaneleri bulmasını zorlaştırıyor.
    Olumlu Yönler
    Sorunların yanı sıra nöbetçi eczaneler, modern toplumda dayanışma ve çözüm odaklılık açısından birçok olumlu yön barındırmaktadır:
  5. Tabelalar ve Yönlendirme Sistemi: Birçok mahallede nöbetçi eczaneleri işaret eden tabelalar hâlâ nostaljik bir çözüm olarak kullanılıyor. Bu durum, hem pratik bir fayda sağlıyor hem de eski dayanışma kültürünü hatırlatıyor.
  6. Teknolojinin Kullanımı: Mobil uygulamalar ve internet siteleri sayesinde nöbetçi eczaneler anında bulunabiliyor. Bu, vatandaşların zamandan tasarruf etmesine olanak tanıyor.
  7. Eczane Çalışanlarının Özverisi: Eczacılar ve çalışanlar, zor koşullara rağmen müşterilere kusursuz bir hizmet sunmaya devam ediyor. Bu, işlerine olan bağlılıklarının ve topluma duydukları sorumluluğun bir göstergesidir.
    Geliştirilmesi Gereken Yönler ve Çözüm Önerileri
  8. Park Yeri Sorununa Çözüm
    • Belediye İş Birliği: Nöbetçi eczanelerin bulunduğu bölgelerde geçici park alanları oluşturulabilir. Örneğin, nöbet saatlerinde yakınlardaki otoparklar ücretsiz ya da indirimli olarak kullanılabilir.
    • Toplu Taşıma Teşviki: Nöbetçi eczanelere ulaşımı kolaylaştıracak toplu taşıma hatları devreye sokulabilir.
  9. Personel Sayısının Artırılması
    • Teşvik Programları: Nöbet saatlerinde çalışmayı teşvik etmek amacıyla çalışanlara ek ödemeler yapılabilir. Bu ek ödemeler bana göre bir kısmı müşteriden, bir kısmı da devlet sağlık ödeneğinden karşılanmalı.
    • Gönüllü Sistemler: Yoğun dönemlerde stajyer eczacılar ya da gönüllüler destek sağlayabilir.
  10. Yoğunluğun Azaltılması
    • Randevu Sistemi: Eczane hizmetlerinde önceden randevu almayı sağlayan bir sistem kurulabilir.
    • Mobil Hizmetler: Acil ilaç ihtiyacını karşılamak için mobil eczane hizmetleri devreye alınabilir. Bunu eczacılar odası organize edebilir. Özellikle de ulaşılması zor bölge ve köyler için çözüm önerimdir.
  11. Tabelaların İyileştirilmesi
    • Işıklandırma Sistemi: Tabelaların daha görünür olması için NÖBETÇİ yazısı fosforlu ve karanlıkta parlayan bir boya ile yazılabilir.
    • Dijital Panolar: Daha modern bir çözüm olarak benim önerim dijital panolar kullanılabilir. Bu panolar, nöbetçi eczane bilgilerini otomatik olarak güncelleyebilir.
    Nöbetçi eczaneler, sağlık sistemimizin vazgeçilmez bir parçasıdır ve topluma sağladıkları hizmetler her türlü övgüyü hak etmektedir. Ancak, karşılaşılan sorunların çözülmesi hem vatandaşlar hem de eczane çalışanları için daha verimli bir hizmet ortamı yaratacaktır. Bu bağlamda, belediyeler, sağlık otoriteleri ve eczane işletmecileri arasında daha fazla iş birliği sağlanmalıdır.
    Eczacılarımıza, eczane çalışanlarımıza ve tüm sağlık personeline özverili çalışmaları için bir kez daha teşekkür ediyorum. Onların emekleri, toplum sağlığını koruma yolunda attığımız en önemli adımlardır. Daha iyi bir hizmet ortamı ve daha kolay erişilebilir sağlık hizmetleri için birlikte çalışmaya devam etmeliyiz.

CEO KAÇIYOR!

2024 yılı, CEO ve genel müdür istifalarında rekorların kırıldığı bir yıl olarak tarihe geçti. 2023 yılında gözlemlenen artış, 2024’te çok daha belirgin hale gelerek özellikle teknoloji, finans ve otomotiv sektörlerinde büyük değişimlere yol açtı. Bu değişimlerin sebepleri arasında ekonomik belirsizlikler, artan performans baskısı, yapay zeka entegrasyonundaki zorluklar ve sürdürülebilirlik hedeflerinin getirdiği ek yükler bulunuyor. Özellikle Stellantis CEO’sunun yılın sonlarında duyurduğu sürpriz istifası, iş dünyasında büyük yankı uyandırdı. Diğer yandan tekstil sektörü, diğerlerinden farklı olarak pozitif bir seyir izledi ve yönetim stabilitesi ile dikkat çekti. Bu dönemde yaşananları ve çözüm önerilerini ele almak büyük önem taşıyor.


2023 yılı, CEO ve genel müdür istifalarının yükselişe geçtiği bir dönemin başlangıcı oldu. Özellikle Ocak ve Şubat aylarında başlayan bu dalga, Mart ve Nisan aylarında ABD teknoloji devlerinde artarak devam etti. Finans sektöründe ise enflasyonist baskılar ve faiz oranlarının etkisiyle benzer bir hareketlilik yaşandı. 2024 yılı ise bu trendin daha geniş bir alana yayıldığı ve hız kazandığı bir dönem oldu. Mart, Haziran ve Kasım ayları, istifaların zirveye ulaştığı dönemler olarak kayıtlara geçti. Teknoloji sektörü yapay zeka projelerinin karmaşıklığı nedeniyle zorlanırken, finans sektörü bankacılık krizlerinin etkisiyle sarsıldı. Otomotiv sektörü ise elektrikli araç dönüşümünün yarattığı altyapı eksiklikleri ve yüksek maliyetler nedeniyle zorlu bir süreç yaşadı. Stellantis CEO’sunun ayrılığı bu durumun en dikkat çekici örneklerinden biri oldu.
Finans sektörü, 2024 yılında istifaların en çok yaşandığı alanlardan biri olarak öne çıktı. Yılın başında ABD’deki önde gelen bankalardan birinin CEO’su, yüksek enflasyon ve faiz artışları nedeniyle görevinden ayrıldı. Avrupa’da ise Haziran ayında bankacılık krizleri nedeniyle birden fazla üst düzey yönetici değişikliği yaşandı. Teknoloji sektörü ise Silikon Vadisi’ndeki liderlik değişimleriyle gündeme geldi. Mart ayında birden fazla teknoloji firmasının CEO’su, yapay zeka entegrasyonu ve dijital dönüşüm projelerinin getirdiği baskılar nedeniyle istifa etti. Otomotiv sektöründe ise elektrikli araçlara geçişte yaşanan zorluklar, yönetim üzerindeki baskıyı artırdı. Stellantis CEO’sunun istifası, sektörün içinde bulunduğu dönüşüm sürecini net bir şekilde ortaya koydu. Bunun yanında tekstil sektörü, sürdürülebilirlik projeleri ve yeşil dönüşüm stratejileri sayesinde olumlu bir tablo çizdi. Hızlı moda yerine özelleşmiş üretime ve e-ticarete yönelmesi, sektör liderlerinin yönetimde daha uzun süre kalmasını sağladı.
2024 yılında şirketler sadece istifalarla değil, aynı zamanda görevini kötüye kullanan yöneticilerle de mücadele etmek zorunda kaldı. Farklı kademelerdeki yöneticilerin etik dışı davranışları ve çıkar çatışmaları, şirketlere hem maddi hem de manevi anlamda büyük zararlar verdi. Bu durum, şirketlerin iç kontrol mekanizmalarını yeniden gözden geçirmesine ve daha sıkı denetim süreçleri geliştirmesine neden oldu. Görevini kötüye kullanan yöneticilerin yol açtığı mali kayıplar, özellikle finans sektöründe büyük yankı uyandırdı. Yanlış finansal kararlar, kaynakların kötü yönetimi ve hatta dolandırıcılık vakaları, bazı şirketlerin yıl içerisindeki kazançlarını tamamen eritecek boyutlara ulaştı. Teknoloji sektöründe ise yanlış ürün stratejileri ve iş etiğine uymayan kararlar, rekabet gücünü ciddi şekilde zayıflattı. Bu sorunlarla başa çıkmak için şirketlerin daha kapsamlı ve sıkı denetim mekanizmaları kurması gerektiği ortaya çıktı.


VUCA ortamı, yani değişkenlik, belirsizlik, karmaşıklık ve muğlaklık, şirketler üzerinde büyük bir baskı yaratmaya devam ediyor. Şirketlerin bu süreçte liderlik değişimlerinden daha az etkilenmesi ve başarılı stratejiler geliştirmesi için bazı adımlar atması gerekiyor. Öncelikle stratejik esneklik önem taşıyor. Değişen pazar şartlarına hızlı uyum sağlayabilen ve kriz anlarında etkili çözüm üretebilen stratejiler geliştirilmelidir. Liderlik geliştirme programları da kritik bir öneme sahip. CEO ve üst düzey yöneticiler için sürekli eğitim ve gelişim fırsatları sağlanmalıdır. Teknolojiye yapılan yatırımlar artırılmalı, yapay zeka ve dijital dönüşüm projeleri desteklenmelidir. Kriz yönetimi süreçleri güçlendirilerek risk analizi şirketlerin merkezine yerleştirilmelidir. Sürdürülebilirlik stratejileri önceliklendirilerek çevresel ve sosyal sorumluluk projelerine daha fazla önem verilmelidir. Çalışanlar ve hissedarlar arasında güven ve şeffaflık sağlanmalıdır. Bu adımlar, şirketlerin liderlik değişimlerinden güçlenerek çıkmasına olanak tanıyacaktır.


2024 yılı, CEO ve genel müdür istifalarıyla iş dünyasında unutulmaz bir döneme işaret etti. Teknoloji, finans ve otomotiv gibi sektörlerde yaşanan bu değişimler, liderlikteki hareketliliğin şirketlerin iç dinamikleri kadar sektörel dengeleri de etkilediğini ortaya koyuyor. Ancak tekstil sektörü gibi yönetim stabilitesinin sağlandığı alanlardan alınacak dersler, gelecekte daha sağlam stratejiler oluşturulması için rehber olabilir. Şirketlerin bu değişim sürecinden daha da güçlenerek çıkabilmesi için çözüm önerilerini hayata geçirmesi kritik bir öneme sahiptir.

Biraz sizlere mühendis tembelliği yapayım. Yazının sonuna bugün iki tane balık kılçığı çizimi ekliyeyim. İlk çüzüm 2024 yılı problemlerini göstersin, ikincisi de çözüm önerilerimi.

Şekil 1. İş problemleri

Şekil 2. Çözüm önerileri

Devamı gelecek!

KÖYÜN DELİSİ VE GERİSİ

Bir zamanlar, yemyeşil tepelerin sırtını bir heybetli dağa yasladığı ve masmavi bir denize doğru uzandığı bir köy vardı. Bu köy, sabahları kuşların cıvıltısıyla uyanır, akşamları ise dağın eteğinden esen serin rüzgârla uykuya dalardı. Köy halkı huzurluydu; el ele vererek çalışır, tarlalarında ektikleriyle geçinir, birbirlerine destek olurlardı. En büyük zenginlikleri hoşgörüydü ve en büyük mutlulukları bu hoşgörünün içten gelen bir dostlukla birleşmesiydi.
Köy, zamanında köy enstitüsü mezunlarının dokunuşlarını hissetmiş, eğitimle aydınlanan bir topluluktu. Bu enstitülerden mezun olan öğretmenler, köyde sadece bilgi vermekle kalmamış, aynı zamanda halkı örgütleyerek birlikte çalışma kültürünü de aşılamışlardı. Kooperatifler kurulmuş, tarlalardan alınan mahsulü daha iyi değerlendirmek için insanlar bir araya gelmişti. Köyün her köşesinde birlikte hareket etmenin güzelliği hissediliyordu. Ancak zamanla bu birlik ruhu kaybolmaya yüz tutmuştu.
Köyün Delisi: Hasan
Bu köyde herkes birbirini tanır, herkes bir diğerine yardım ederdi. Ama yine de bir kişi diğerlerinden farklıydı: Köyün delisi Hasan. Onun adı Hasan’dı ama herkes ona sadece “Deli” derdi. Hasan, gerçekten deli değildi. Hatta aksine, zeki ve çalışkandı. Ancak Hasan’ın hayalleri vardı. Köy halkı genelde tarlalarını ekip biçerken, Hasan köyün üstündeki dağa tırmanır, oradan ufka bakardı. Ufku izlerken aklına büyük fikirler gelirdi. Köy kooperatifini yeniden canlandırmayı, o eski günlerdeki gibi herkesin el ele verip köyü kalkındırmasını düşlerdi.
Hasan’ın hayalleri arasında bir rüzgâr değirmeni kurmak, tarlalara modern sulama sistemleri getirmek, hatta denizin karşısındaki köylerle ticaret yapmak vardı. Ancak köy halkı onun hayallerine pek inanmazdı. “O bizim delimiz,” derler, Hasan’ın fikirlerini gülümseyerek dinlerlerdi. Onu severlerdi, ama hayallerinin peşinden koşmaya çalıştığında genelde yalnız bırakırlardı.
Zamanla Gelen Değişim
Gel zaman git zaman, köyde işler değişmeye başladı. Eskiden kooperatif sayesinde elde edilen ürünler köyü zenginleştirirken, artık kimse kooperatifin kapısını çalmıyordu. Köy enstitülerinden gelen aydınlık ruh yerini karamsarlığa bırakmıştı. Şehirlere göç artmış, köyün tarlaları boşalmıştı. Hasan, bu değişimi herkesten önce fark etti. İnsanlara kooperatifi yeniden canlandırmayı önerdi. “Birlikte çalışırsak yine eski günlerdeki gibi güçlü olabiliriz,” dedi. Ama köy halkı onun söylediklerini umursamadı. Herkes kendi derdine düşmüş gibiydi.
Bir gün Hasan, köy meydanında birkaç kişiyle konuşmaya çalıştı. “Bakın,” dedi, “şu dağın eteğinde bir değirmen kursak, hem köyün buğdayı un olur hem de başka köylerden gelenlere satabiliriz. Böylece köyümüz yeniden zenginleşir.” Ama kimse onu dinlemedi. İnsanlar dalgın ve yorgundu. Bir süre sonra Hasan konuşmayı bıraktı. Kendini yalnız hissetmeye başladı. İnsanlar onun “deli” olduğunu söylüyorlardı ama Hasan bu kez onların ilgisizliğiyle sarsılmıştı. Artık gerçekten bir deli gibi hissediyordu.
Köyün Düşüşü
Zamanla köyde işler daha da kötüleşti. Tarlalar neredeyse tamamen boş kaldı, insanlar eski huzurlarını kaybetti. Artık kimse birbirine selam vermez, kimse birbirinin yardımına koşmaz oldu. Hasan, bu duruma dayanamıyordu. Onun hayalleri, köyü kurtarabilmek içindi. Ama köy halkı bu hayallerden uzaklaşmıştı. Hasan bir sabah erkenden kalktı, sırt çantasını hazırladı ve köyü terk etti. Dağları aşmak, belki de ufkun ötesine ulaşmak istiyordu.
Köy halkı onun gidişini fark ettiğinde, derin bir sessizlik çöktü. Hasan’ın arkasından bakarken kimse bir şey söylemedi. Onlar da içten içe, Hasan’ın hayallerine inanmadıkları için kendilerini suçlu hissediyorlardı. Ama o anda hiçbir şey yapmadılar.
Hasan’ın Yolculuğu
Hasan, uzun bir yolculuğa çıktı. Yolculuğu sırasında başka köylerden geçti. Bazı köylerde, eski köy enstitülerinin izleri hâlâ görülebiliyordu. Hasan, bu köylerde eğitim ve iş birliğinin önemini yeniden keşfetti. Bir köyde küçük bir kooperatif kurmasına yardım ettiler. Başka bir köyde, insanların tarlalarını sulamak için yeni bir sistem geliştirdi. Hasan her başarıya ulaştığında, kendi köyünü düşünüyordu. “Keşke köyümdekiler de bunları görebilse,” diyordu. Ama henüz dönmeye cesaret edemiyordu.
Köyün Uyanışı
Bu sırada Hasan’ın köyü karanlık bir dönemden geçiyordu. Ekonomik kriz, çevre köyleri de etkiledi. İnsanlar artık birbirlerine yardım etmeyince durum daha da kötüleşmişti. Hasan’ın köyünde yaşayanlar, geriye dönüp baktıklarında, en büyük hatalarının Hasan’ın hayallerini küçümsemek olduğunu fark ettiler. Onun yokluğunda, Hasan’ın ne kadar değerli olduğunu anlamışlardı. Hasan, sadece hayalleriyle değil, enerjisi ve sevgisiyle de köyün ruhunu canlı tutan biriydi.
Bir gün, köy halkı bir toplantı düzenledi. Kooperatifi yeniden canlandırmaya karar verdiler. Herkes elini taşın altına koydu. Tarlalar yeniden ekildi, eski değirmenin yerini temizlediler. Hasan’ın hayalleri artık sadece onun değil, bütün köyün hayalleri olmuştu. Bu süreçte, insanlar birbirlerine yeniden yardım etmeye başladılar. Bu yardımlaşma, aralarındaki eski bağı yeniden kurmuştu.
Hasan’ın Dönüşü
Bir sabah, Hasan köyün sınırında göründü. Gördüğü manzara karşısında gözlerine inanamadı. Köy, yeniden canlanmış gibiydi. İnsanlar onu coşkuyla karşıladı. Hasan, halkın ona sarılışını hissedince, içindeki kırgınlıkların bir bir eridiğini fark etti. Artık yalnız olmadığını biliyordu. Köy halkı, Hasan’ın hayallerine inanıyordu.
Hasan, köyde kalmaya karar verdi. Birlikte çalıştılar, birlikte hayal kurdular. Eski kooperatif yeniden faaliyete geçti. Halk, köy enstitülerinin bir zamanlar öğrettiklerini hatırlayarak modern tarım yöntemlerini kullanmaya başladı. Tarlalar yeşerdi, denizden gelen balıklarla köy sofraları şenlendi. İnsanlar yeniden gülmeyi öğrendi. Herkes, Hasan’ın aslında deli olmadığını, sadece hayal kurmanın gücüne inandığını anladı.
Mutlu Bir Gelecek
Yıllar geçti, köy yeniden o eski huzurlu günlerine kavuştu. Ama bu sefer daha güçlüydü, çünkü geçmişin hatalarından ders almışlardı. Hasan artık sadece “Köyün Delisi” değil, aynı zamanda köyün kahramanıydı. İnsanlar, onun sayesinde hayallerin ve hoşgörünün önemini kavradılar.
Köyün üstündeki dağ hala heybetliydi, deniz hala masmaviydi. Ama köyün kalbi, hoşgörü ve sevgiyle atıyordu. Artık kimse yalnız değildi. Ve herkes, geleceğe umutla bakıyordu.

KÖTÜLÜK

Kötülük, insanlık tarihinin en eski sorularından biri olarak kalmıştır. Filozoflar, bilim insanları ve düşünürler, kötülüğün kökenlerini ve doğasını anlamaya çalışarak, bu karmaşık olgunun kökeninde ne yattığını keşfetmek istemişlerdir. Ancak kötülüğün doğasına dair kesin bir formül veya çözüm bulunmamıştır; bu da kötülüğü anlamayı daha zor hale getirir. Bilim ve felsefe ışığında baktığımızda, kötülüğün karmaşık yapısının birçok boyuttan oluştuğunu görebiliriz. Genetik, psikoloji, çevre, eğitim ve modern toplumun dinamikleri kötülüğün açığa çıkmasında birer etkendir, fakat bu faktörler tek başına kötülüğü açıklamaya yetmez.

Kötülük, felsefi açıdan iyi ve doğru olanın zıttı olarak tanımlanabilir. Eski çağlardan beri filozoflar kötülüğün doğasını sorgulamış; Platon, Aristoteles, Kant ve daha birçok düşünür kötülüğü insan doğasında tartışmışlardır. Kant’a göre kötülük, insanın kendi ahlaki yükümlülüklerine ihanet etmesi ile ortaya çıkar. Modern düşüncede ise kötülük daha karmaşık bir çerçevede incelenir: bireysel çıkar, güç arzusu veya toplum tarafından dayatılan normlara bir başkaldırı mı, yoksa insanın biyolojik ve psikolojik yapısında bulunan bir unsur mu?

Bilimsel araştırmalara göre kötülük; ahlaki, biyolojik, çevresel ve toplumsal faktörlerin bir karışımı olarak görülebilir. Örneğin, psikolojide “psikopati” ve “sosyopati” gibi kavramlar, kişinin başkalarının duygularını anlamada ve empati kurmada yetersiz olmasıyla ilişkilidir. Bu yetersizlik, kötülüğe yönelik eğilimlerin gelişmesine yol açabilir. Ancak kötülüğü sadece psikolojik terimlerle sınırlamak da yeterli bir açıklama olmayabilir.

Bilim dünyası genetik araştırmalar aracılığıyla bazı insanların diğerlerine göre daha “kötü” olmaya yatkın olup olmadığını araştırmaktadır. Genetik alanda yapılan çalışmalar, şiddet, saldırganlık ve antisosyal davranışlarla ilişkilendirilen bazı gen varyasyonlarının var olduğunu gösteriyor. Örneğin, “MAOA” (monoamin oksidaz A) geni, halk arasında “savaşçı gen” olarak bilinir ve bazı araştırmalar bu genin düşük seviyelerde serotonin ürettiğini, bunun da agresif davranışlara yatkınlığı artırabileceğini gösteriyor.

Ancak bu genetik faktörlerin kötülüğün nedeni olup olmadığı hâlâ tartışma konusudur. Genlerin bireyin davranışları üzerinde bir etkisi olduğu doğru olsa da, çevresel faktörler ve bireysel tercihler, genetik yatkınlığın kötü niyetli eylemlere dönüşmesinde belirleyici rol oynayabilir.

Psikologlar, çocukların aile içinde gördüğü tutumların, büyüdükleri çevrenin ve maruz kaldıkları travmatik deneyimlerin ilerleyen yaşlarda kötülüğe eğilimli bireyler olmalarına katkıda bulunabileceğini savunurlar. Ailede şiddet gören veya duygusal istismara uğrayan çocuklar, kendilerini koruma ya da intikam alma amacıyla zamanla saldırgan davranışlar geliştirebilir.

Çevresel faktörlerin kötülük üzerindeki etkisi konusunda yapılan araştırmalar, bireyin yakın çevresindeki insanlarla olan etkileşiminin büyük önem taşıdığını gösterir. Eğer birey kötü örneklerin olduğu, empati ve ahlaki değerlerin yeterince teşvik edilmediği bir ortamda yetişiyorsa, kötülüğe eğilim artabilir. Ancak bu durum, kötülüğün yalnızca dış etmenlerden kaynaklandığını iddia etmek anlamına gelmez; içsel faktörlerin de önemli bir rolü vardır.

Eğitim, genellikle bireylerin kötü düşünce ve davranışlardan kaçınmasını sağlamak için güçlü bir araç olarak görülür. Ancak, yüksek eğitimli bireylerde dahi kötülüğün görülmesi, eğitim sisteminin kötülüğü engellemekte yetersiz kaldığına dair bir işarettir.

Bir başka açıdan bakıldığında, toplumsal dinamikler de bireylerin kötülüğe yönelmesinde etkilidir. Örneğin, haksızlığa uğrayan veya toplumda dezavantajlı bir konuma sahip olan bireylerin, sisteme başkaldırmak adına kötülüğe yönelmesi daha olasıdır. Toplumun bireye yüklediği etik değerler bazen bireylerin çelişkili davranışlar sergilemesine ve kötülüğü bir çözüm olarak görmelerine yol açabilir.

Sosyal medya, insanların kötülükleri çok daha hızlı ve yoğun bir şekilde deneyimlemesine neden oldu. Artık kötülüğün sınırları kalmadı; sosyal medya üzerinden yayılan sahte haberler, siber zorbalık ve manipülasyon, kötülüğün dijital bir biçim kazanmasına yol açtı. Birçok insan sosyal medya platformlarında manipülasyon veya taciz gibi kötülüklerle karşılaşıyor. Bu durum, kötülüğün sadece bireysel bir sorun değil, aynı zamanda toplumsal bir meydan okuma haline gelmesine neden oluyor.

Kötülüğün günümüzde giderek daha belirgin hale gelmesi, toplumda bir endişe dalgası yaratıyor. Özellikle sosyal medyada yayılan kötü olayların fazlalığı, insanların kötülüğü konuşur hale gelmesine sebep oluyor. Ancak kötülüğün bu yaygınlaşan yüzü karşısında sessiz kalmak, onun varlığını güçlendiren bir etken olabilir.

Durgun bir kasabanın en işlek sokağında küçük bir ev vardı. Bu evde Emine ve kızı Zehra yaşıyordu. Emine, kocasını yıllar önce bir kazada kaybetmiş ve küçük kızıyla yalnız kalmıştı. Geçim sıkıntısı, kimsesizlik ve çaresizlik içinde kıvranan Emine, zamanla içine kapanmış ve kasabanın sakinlerinden uzaklaşmıştı.

Bir gün kasabaya yeni bir aile taşındı. Emine’nin evinin karşısında yaşayan bu yeni komşular, oldukça varlıklı ve görgülü görünüyordu. Emine, her gün onların mutlu, gülen yüzlerini görmekten rahatsız olmaya başladı. Zamanla içindeki kıskançlık, öfkeye dönüştü. Zehra, komşu çocuklarıyla arkadaş olmak isterken Emine, onu sürekli yasaklayıp eve kapatmaya başladı.

Zehra’nın okulda sevdiği bir elbiseyi giyen başka bir çocuğu kıskanmasıyla başlayan hırçınlıkları, zamanla Emine’nin onu yönlendirmesiyle daha da büyüdü. Emine’nin etkisiyle Zehra, çocukları arkadaşlıklarına güvensizlik sokarak birbirine düşürmeye başladı. Küçük yalanlarla çevresindekilere kötülük etmeyi bir oyun gibi görüyordu artık. Bu kasvetli eğitimle büyüyen Zehra, genç bir kız olduğunda çevresine zarar vermekten çekinmeyen, manipülatif bir birey olmuştu.

Kasaba sakinleri, Zehra’nın soğuk ve acımasız tavırlarından tedirgin olmaya başladılar. Annesinden gördüğü şekliyle, kötülüğü normalleştirmiş, kendini diğer insanlardan üstün görmeye başlamıştı. Bu yıkıcı döngü, Emine’nin çevresine duyduğu nefretin, Zehra’da can bulmasıyla son buldu.

Bu hikâye, kötülüğün doğuştan mı yoksa yetişme şeklimizle mi oluştuğuna dair soruları yeniden düşündürüyor. Kötülük bir seçim mi, yoksa şartların bizi sürüklediği bir sonuç mu?

Kötülüğün karmaşıklığı, onu tek boyutlu bir şekilde açıklamayı imkansız hale getirir. Kötülüğü anlamaya çalışırken, yedi temel boyutunun olduğuna inanıyorum:

  1. Zaman: Kötülüğün gelişimi ve kökeni, bireyin hayatındaki belirli zamanlarda yaşadığı olaylara bağlı olabilir. Erken çocukluk dönemindeki olumsuz deneyimler, yetişkinlikte kötülüğe eğilimi artırabilir.
  2. Beslenme: Biyolojik gelişimi etkileyen beslenme, bireyin beyin kimyasını doğrudan etkileyerek dürtü kontrolünü şekillendirebilir. Sağlıklı beslenmeyen bireylerin bazı psikolojik rahatsızlıklara daha yatkın olduğu bilinmektedir.
  3. Öğrenme: Bireyin aileden, çevreden ve okuldan öğrendiği değerler ve davranışlar, kötülüğe eğilimli olup olmamasını etkiler. Ahlaki ve etik değerlerden yoksun bir eğitim süreci, bireyi daha bencil ve çıkarcı hale getirebilir.
  4. Çevre: Bireyin içinde bulunduğu fiziksel ve sosyal çevre, kötülüğe olan yatkınlığını doğrudan etkiler. Şiddet ve ayrımcılığın yaygın olduğu ortamlarda büyüyen bireyler, kötülüğü daha normal bir olgu olarak görebilir.
  5. Genetik Yapı: Genetik faktörler, bireyin şiddete ve saldırganlığa yatkınlığını belirlemede önemli bir rol oynar. Ancak genetik yapı, çevresel faktörlerle birleştiğinde kötülüğün ortaya çıkma olasılığını artırır.
  6. Toplumsal Normlar ve Dinamikler: Toplumun bireye dayattığı normlar, kötülüğün algılanma şeklini etkiler. Toplum tarafından kabul gören davranışlar, bazı bireyler için kötülüğe yol açabilir.
  7. Dijital Etkileşim: Özellikle sosyal medya ve dijital platformların etkisi, kötülüğün yayılmasını hızlandırır. İnsanlar, dijital ortamda başkalarına zarar vermekten çekinmeden kötülüğün bir parçası olabilirler.

Kötülüğün bu yedi boyutlu doğası, onun çözülemeyecek kadar karmaşık bir sorun olduğunu düşündürmektedir. Hem bireysel hem de toplumsal düzeyde çözülemeyen bu sorun, kötülüğün insan doğasında var olan bir unsur olup olmadığı sorusunu gündeme getirir. Kötülüğün çözümü, onun doğasını anlamaktan ve bu yedi boyutu dikkate alarak hareket etmekten geçer. Ancak bu yedi boyutun karmaşık yapısı, kötülüğün çözümünün oldukça zor ve kapsamlı bir bakış açısı gerektirdiğini ortaya koymaktadır.

Sert ve Yumuşak: Hayatın İkilemi ve Dengesi

Bir gün Bursa Briç Kulübü’nde arkadaşlarla sohbet ederken ortaya attığım soru beklediğimden daha fazla ilgi topladı: “Yumuşak mı, sert mi?” Cevaplar genelde iki ana başlıkta toplandı; yumuşak ve sert. Ancak bu basit tercihlerin ardında yatan nedenler ve insanlar üzerindeki derin anlamlar ilginç bir sohbeti başlattı. Özellikle peynir gibi alışıldık seçimler bile kişisel özelliklerle ilişkilendirildi. Kimisi “Sert peynir seviyorum” diyerek keskin tatlara olan merakını gösterdi, kimisi ise yumuşak peyniri tercih ederek yumuşak tatların hayatındaki yerini belirtti. Fakat aslında bu sorunun ardındaki derinliği fark etmek zaman aldı.

Briç masasındaki Nevzat Bey’e döndüğümde cevabını merakla bekliyordum. “Peynir mi?” dedi hafif bir tebessümle, “Sert peynir severim ben. Yıllardır kaşar peynirini dolabımdan eksik etmem. Sert, güçlü bir lezzeti vardır.” Nevzat Bey’in cevabı üzerine diğerleri de sırayla tercihlerini açıklamaya başladı. Neşe Hanım, “Ben yumuşak peynirden vazgeçemem, sabah kahvaltısında krem peyniri ekmeğe sürmek gibisi yok,” dedi. Aramızda gülüşmeler başladı, çünkü her ne kadar bir peyniri seçiyor olsak da aslında bu seçimler karakterlerimizi de yansıtıyordu.

Cem Bey söze girdi: “Ben orta sert severim, hayat gibi. Ne çok yumuşak, ne çok sert. Dengede olması önemli.” Bu yanıt masadaki diğer herkesin düşündüğünden farklıydı, çünkü çoğu kişi peynirde ya çok sert ya da yumuşak olanı tercih ederdi. Cem Bey’in hayatındaki denge arayışı, peynir seçiminden bile belli oluyordu.

Bir süre sonra sohbet derinleşti. Yalnızca peynirle sınırlı kalmayan tercihler ve hayat felsefeleri masaya döküldü. Biri yastıktan, biri yatağından bahsederken konu aslında yaşamın her alanına yayıldı.

Yastık ve yatak konusu da peynir gibi büyük bir ilgi gördü. “Yumuşak yatak mı sert yatak mı?” diye sorduğumda, cevaplar yine iki kutupta yoğunlaştı. Ahmet Bey, “Yumuşak yatak olmalı tabii ki,” dedi. “Uykunun tadını çıkarabilmek için yatak seni sarıp sarmalamalı.” Bu noktada ben de devreye girdim ve “Ben sert yatak tercih ederim, özellikle yün yatak,” dedim. “Uyku kalitesini artırdığını düşünüyorum, kendimi daha dinç hissediyorum.”

Yatak tercihleri de yine kişilikleri yansıtır nitelikteydi. Ahmet Bey’in uykuda bile rahatlama arayışı, benim ise hayatın her anında güçlü ve hazır olma isteğimle örtüşüyordu. Yataklar, yaşamın metaforları gibi bir anda sohbetin merkezine oturdu.

Diğer masadan yükselen bir ses: “Sert yatakta yatmak sırt ağrılarını arttırır diyorlar ama ben yine de sert yataktan vazgeçemem!” Hemen karşı bir yorum geldi: “Benimki tam tersi, yumuşak yatak rahat ettiriyor ama bir süre sonra vücut ağrımaya başlıyor.”

Bunlar gündelik tercihlerdi ama işin derinine inmek gerekirse, “yumuşak mı sert mi?” sorusu liderlik ve yöneticilik kavramlarını da düşündürdü bana. Özellikle iş hayatında liderlerin sert mi yoksa yumuşak başlı mı olmaları gerektiği üzerine yapılan tartışmalarla bu konunun daha da genişlediğini fark ettim. İlk aklıma gelen örnek, Toyota’nın yönetim modeliydi. Toyota’da insanlara karşı saygılı ve yumuşak davranmak, şirket kültürünün temel taşlarından biridir. Çalışanlarına saygı gösteren, onların fikirlerine değer veren bir liderin daha başarılı olacağını düşündüm. Yumuşak başlı olmak sadece bir insan olma hali değil, etkili bir liderlik stratejisi de olabilirdi.

Liderler arasında da bu tarz tercihler göze çarpıyor. Yumuşak başlı bir lider, takımın motivasyonunu artırırken, sert bir lider disiplin sağlayabilir. Ancak, her iki uçta da aşırıya kaçmak risklidir. Dengede olmak her zaman daha etkili sonuçlar doğurur.

Günlük yaşam tercihlerine dönecek olursak, son zamanlarda seyahatlerde de sıkça sorulan bir soru var: “Yumuşak bavul mu, sert bavul mu?” Özellikle Amerika’da yapılan bir araştırmada, uçakla seyahat edenlerin artık pencere kenarı mı koridor mu tartışmasını bıraktığını ve bavullarının sert mi yumuşak mı olduğuna karar vermekte zorlandığını öğrendim. Benim tercihim yumuşak bavuldan yana. Yumuşak bavul esneme payına sahip olduğundan, sert bavullardan daha kullanışlı geliyor. Ayrıca sert bavulların daha çabuk yıprandığını düşünüyorum.

Bir gün seyahatte yanımda taşıdığım yumuşak bavul, beni büyük bir sıkıntıdan kurtardı. Uçağa yetişmek için hızlıca hareket ederken bavulumu sıkıştırdım ve hafif esnekliği sayesinde kırılmadan kurtuldu. Eğer sert bir bavul olsaydı, muhtemelen kırılırdı. İşte bu anılar bile sertlik ve yumuşaklık arasındaki farkı net bir şekilde gözler önüne seriyor.

Bu kadar günlük tercihin ötesine geçecek olursak, Japonya’da yapılan bir araştırma, toprakta bulunan mikro bakterilerin enerji üretebileceğini gösterdi. Tokyo Üniversitesi ve Shikoku Elektrik Gücü Şirketi tarafından yürütülen bu çalışma, topraktaki mikroorganizmaların elektrik üretebildiğini keşfetti.​

Bu mikroorganizmalar, organik maddeleri tüketirken elektron salınımı yaparak enerji üretimini sağlıyor. Bakteriler toprağın derinliklerinde yaşarken bile, elektronları anota gönderip enerji yaratabiliyorlar. Deneyler, tarım arazilerindeki sensörleri çalıştıracak kadar küçük ama sürekli bir enerji kaynağı sunabileceklerini gösteriyor.

Bu çalışma bana çocukluğumda çıplak ayakla toprağa basmanın verdiği rahatlama hissini hatırlattı. O zamanlar toprağın elektriği çektiğini söylerlerdi ve şimdi bilimsel olarak bunun bir şekilde doğru olduğunu görmek beni etkiledi. Japon bilim insanlarının çalışmaları, doğanın gücünü teknolojiyle birleştirerek sürdürülebilir enerji kaynakları yaratabileceğimizin bir kanıtı. İleride belki de sert veya yumuşak toprak tercihleri, enerjimizi nasıl üreteceğimiz konusunda belirleyici olacak.

“Yumuşak mı sert mi?” sorusu bir anda gündelik tercihlerden liderliğe, uykudan enerji üretimine kadar geniş bir yelpazede tartışma konusu oldu. Fakat bu basit soru aslında hayatımızın birçok alanında var olan bir ikilemi temsil ediyor. Sertlik mi yumuşaklık mı? Belki de cevap ikisinde de değil, dengeyi bulmakta. Hem sert hem de yumuşak olmayı başarabilen insanlar, nesneler ve liderler her zaman en başarılı olanlar.

Gelecek sefer bir tercih yapmak zorunda kaldığınızda, bir an durup düşünün. Belki de cevabınız, hayatınıza bakış açınızı ve nasıl yaşadığınızı anlatacak.