SPOR MU SAVAŞ MI?

Paris 2024 Olimpiyatları, 26 Temmuz’da tam da benim doğum günümde başladı. Bu tarihin benim için önemi büyük; çünkü doğum günümle birlikte Küba Devrimi’nin başlangıcı ve Olimpiyatların açılışı arasında ilginç bir bağlantı kuruyorum. Bu üçgen, bana tarihsel ve kişisel bir anlam kazandırıyor. Ancak bugün, Paris Olimpiyatları’nın sosyo-politik açıdan ne anlama geldiğini ve bazı dikkat çekici olayları tartışmak istiyorum.

Olimpiyatların, sporun evrensel değerlerini ve barışın simgesi olduğunu düşünürüz. Ancak bu yılki Olimpiyatlar, olimpiyat felsefesinden bir nebze uzak başladı. Açılış töreninin sıkıcılığı ve başarısızlığı, başlı başına bir hatalar zinciriydi. Türkiye kafilesinin Vakko tarafından hazırlanan kıyafetleri, hem ülke içinde hem de dışında ciddi eleştiriler aldı. Ancak bana göre, Olimpiyatlara bakışımı değiştiren iki konu vardı: Birincisi, Ukrayna’ya saldırdığı için Rusya’ya getirilen olimpiyat yasağına rağmen, Filistin ve Gazze’ye saldıran İsrail’in katılımına izin verilmesi. Bu ayrımcı yaklaşım, toplumları sosyo-politik açıdan bölmekten başka bir şey değildir. İkinci konu ise mülteci adı altında bir ekibin olimpiyatlarda yer alması. Bu makalede, bu iki önemli konuyu detaylı bir şekilde ele alacağım.

Paris 2024 Olimpiyatları’nın açılış töreni, birçok kişi tarafından hayal kırıklığı olarak değerlendirildi. Tören, monoton ve ilgi çekicilikten uzaktı. Bu, Olimpiyatların ruhuna aykırı bir başlangıç oldu. Sporun, eğlencenin ve kültürel birleşimin bir arada yaşandığı bu etkinlik, maalesef bekleneni veremedi.

Açılış töreni, her zamanki gibi büyük bir coşkuyla bekleniyordu. Ancak, izleyenler için bu tören, olimpiyat ruhunu yansıtmakta başarısız oldu. Birçok izleyici, törenin sanatsal ve kültürel açıdan yetersiz olduğunu belirtti. Olimpiyatların tarihi boyunca açılış törenleri, ev sahibi ülkenin kültürel zenginliklerini ve tarihi mirasını sergilemek için bir fırsat olmuştur. Ancak bu yıl, törenin bu misyonu yerine getirmediği görüşü hakim.

Türkiye kafilesi, Vakko tarafından hazırlanan kıyafetlerle açılış törenine katıldı. Ancak bu kıyafetler, hem ülke içinde hem de dışında ciddi eleştirilere maruz kaldı. Sosyal medyada ve çeşitli platformlarda, kıyafetlerin tasarımı ve renkleri hakkında olumsuz yorumlar yapıldı. Kimi eleştirmenler, kıyafetlerin ulusal temsiliyetten yoksun olduğunu belirtirken, kimileri de modaya uygun olmadığını savundu. Bu durum, Türkiye’nin uluslararası bir etkinlikteki temsilinin yeterince başarılı olup olmadığı konusunda tartışmalara yol açtı.

Vakko’nun hazırladığı kıyafetler, klasik ve modern tarzların bir karışımını yansıtıyordu. Ancak, kıyafetlerin tasarımında kullanılan renkler ve desenler, Türkiye’nin kültürel mirasını yeterince yansıtmadığı için eleştirildi. Bazı yorumcular, kıyafetlerin Türkiye’yi temsil etmekten çok uzak olduğunu ve daha geleneksel unsurların kullanılmasının daha uygun olacağını belirtti. Bu eleştiriler, ulusal temsiliyetin ne kadar önemli olduğunu ve uluslararası etkinliklerde kültürel mirasın nasıl daha iyi yansıtılması gerektiği konusunda bir tartışma başlattı.

Ukrayna’ya saldırdığı için Rusya’ya olimpiyat yasağı getirilirken, Filistin ve Gazze’ye saldıran İsrail’in katılımına izin verilmesi, büyük bir çelişki oluşturuyor. Bu durum, olimpiyatların tarafsızlık ilkesine aykırı bir yaklaşım sergilediğini gösteriyor. Rusya’nın yaptıklarının cezalandırılması, ancak İsrail’in eylemlerinin görmezden gelinmesi, uluslararası toplumda bir ayrımcılık ve çifte standart algısına neden oluyor. Bu tür yaklaşımlar, toplumları sosyo-politik açıdan bölmekten başka bir şeye hizmet etmiyor. Olimpiyatların barış ve birliktelik sembolü olması gerekirken, bu tür politik tutumlar bu ilkelere zarar veriyor.

Olimpiyatların ruhu, sporun birleştirici gücünü ve barışı teşvik etmeyi amaçlar. Ancak, Rusya’nın olimpiyatlardan men edilmesi ve İsrail’in katılımına izin verilmesi gibi durumlar, olimpiyatların bu temel felsefesine zarar veriyor. Uluslararası spor etkinlikleri, politik çatışmalardan bağımsız olmalı ve tüm ülkelere eşit muamele yapılmalıdır. Ancak, mevcut durumda, olimpiyatların politik bir araç haline geldiği ve bu durumun sporun birleştirici gücünü zayıflattığı görülüyor.

Rusya’nın olimpiyatlardan men edilmesi, Ukrayna’ya yönelik saldırılarının bir sonucu olarak görülebilir. Ancak, aynı ölçüde İsrail’in Filistin ve Gazze’ye yönelik saldırıları da dikkate alınmalıdır. Bu çelişkili durum, uluslararası toplumun ve olimpiyat komitesinin tarafsızlık ilkesine ne kadar bağlı olduğunu sorgulatıyor. Sporun barışçıl ve birleştirici rolü, bu tür politik tutumlarla zayıflatılmamalıdır. Olimpiyatlar, politik çatışmaların dışında kalmalı ve tüm ulusların eşit katılımını sağlamalıdır.

Mülteci Olimpiyat Takımı, 11 ülkeden 36 sporcuyla temsil ediliyor. Bu sporcuların büyük çoğunluğu, İran ve Suriye gibi Müslüman ülkelerden gelen mülteciler. Bu durum, Müslüman ülkelerin vatandaşlarının neden Hristiyan ülkelerde özgürlük aradıkları konusunda düşündürücü bir tablo ortaya koyuyor. Orta Avrupa ülkelerinde yaşayan bu mültecilerin, kendi ülkelerindeki baskı ve savaş ortamından kaçarak, yeni bir yaşam ve spor kariyeri inşa etmeye çalışmaları, mülteci krizinin sosyo-politik boyutlarını gözler önüne seriyor.

Mülteci takımının varlığı, olimpiyatların evrensel değerlerini ve insan haklarını destekleyen bir sembol olarak önemlidir. Bu takım, savaş, baskı ve zulümden kaçan sporculara ikinci bir şans veriyor. Ancak, bu sporcuların çoğunun Hristiyan ülkelerde yeni bir hayat araması, Müslüman ülkelerdeki siyasi ve sosyal koşulların ne kadar zorlayıcı olduğunu gösteriyor. Mülteci sporcuların olimpiyatlarda yer alması, uluslararası toplumun bu krizlere daha fazla dikkat etmesi gerektiğini hatırlatıyor.

Türkiye’de bulunan mültecilerin sayısının, Avrupa ülkelerindekinin toplamının yaklaşık dört katı olmasına rağmen, hiçbir sporcu Türkiye’yi tercih etmemiş. Bu durum, Türkiye’nin mültecilerle ilgili politikalarının ve spor alanındaki desteğinin yeterli olup olmadığı konusunda soru işaretleri yaratıyor. Mülteci sporcuların Türkiye’yi tercih etmemesinin nedenleri üzerinde durulması gereken önemli bir konu olarak karşımıza çıkıyor.

Türkiye, milyonlarca mülteciye ev sahipliği yapıyor, ancak bu mültecilerin spor alanında desteklenmesi konusunda eksiklikler olduğu görülüyor. Mülteci sporcuların Türkiye’yi tercih etmemesi, spor politikalarının ve mültecilere yönelik entegrasyon programlarının gözden geçirilmesi gerektiğini gösteriyor. Mültecilerin spora katılımını teşvik etmek, onların topluma entegrasyonunu hızlandırabilir ve olimpiyatlarda daha fazla temsil edilmelerini sağlayabilir. Türkiye, mülteci sporcuların yeteneklerini geliştirmek ve onları uluslararası arenada temsil etmeleri için daha fazla fırsat sunmalıdır.

Paris 2024 Olimpiyatları, başlangıcından itibaren çeşitli eleştirilere ve tartışmalara konu oldu. Açılış töreninin başarısızlığı, Türkiye kafilesinin kıyafetleri, Rusya ve İsrail arasındaki çelişkili yaklaşımlar ve mülteci sporcuların durumu, olimpiyatların sadece bir spor etkinliği olmanın ötesinde, sosyo-politik bir platform haline geldiğini gösteriyor.

Bu makale, olimpiyatların sosyo-politik boyutlarını ele alarak, okuyuculara farklı bir perspektif sunmayı amaçladı. Olimpiyatların, barış ve birliktelik mesajı vermesi gerektiğini bir kez daha hatırlatarak, bu tür olayların politik çıkarlar için kullanılmasının önüne geçilmesi gerektiğini vurgulamak istiyorum.

Okuyuculara, bu konular üzerinde düşünmeleri ve kendi perspektiflerini geliştirmeleri için sorular bırakıyorum: Rusya ve İsrail arasındaki bu çelişki nasıl çözülebilir? Mülteci sporcuların durumu, uluslararası toplumda nasıl daha iyi bir şekilde ele alınabilir? Türkiye’nin mültecilerle ilgili politikaları nasıl iyileştirilebilir?

Bu düşüncelerle makalemi sonlandırırken, zaman ayırıp okuduğunuz için teşekkür ederim. Umarım bu yazı, sosyo-politik konulara dair farkındalığınızı artırır ve yeni bakış açıları geliştirmenize yardımcı olur.

Kaynakça

  1. AA Haber

19 MAYIS GENÇLİK VE SPOR BAYRAMI KUTLU OLSUN.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu, modern Türk tarihinin en önemli dönüm noktalarından biridir. Bu sürecin önderi olan Mustafa Kemal Atatürk, hem askeri hem de siyasi başarılarıyla Türkiye’yi bugünkü haline getiren liderdir. 19 Mayıs 1919, Atatürk’ün Samsun’a çıkarak Kurtuluş Savaşı’nı başlattığı tarihtir ve bu gün, Türkiye’de “Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı” olarak kutlanmaktadır. Bu makalede, 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı’nın önemi, tarihsel arka planı ve Atatürk’ün bu süreçteki rolü ayrıntılı olarak ele alınacaktır.

1. Tarihsel Arka Plan

Osmanlı İmparatorluğu’nun I. Dünya Savaşı’ndan mağlup çıkması ve 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi, Osmanlı Devleti’nin fiilen sona erdiğinin bir göstergesiydi. İtilaf Devletleri’nin Anadolu topraklarını işgale başlaması, Türk milletinin bağımsızlık mücadelesini tetikledi.

1.1. Mondros Mütarekesi ve İşgaller

Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasının hemen ardından, İtilaf Devletleri stratejik noktaları işgal etmeye başladılar. Özellikle İzmir’in Yunan kuvvetlerince işgali, Anadolu’da büyük bir tepki yarattı ve halk arasında direniş hareketlerini başlattı.

1.2. Mustafa Kemal’in Anadolu’ya Geçişi

Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’da merkezi otoritenin zayıflığını ve işgallerin süreceğini öngörerek Anadolu’ya geçmenin ve milli mücadeleyi başlatmanın gerekliliğini fark etti. Bu bağlamda, 16 Mayıs 1919’da Bandırma Vapuru ile İstanbul’dan Samsun’a doğru yola çıktı ve 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak bastı. Bu tarih, Türk milletinin bağımsızlık yolundaki ilk adımı olarak kabul edilmektedir.

2. 19 Mayıs’ın Anlam ve Önemi

19 Mayıs 1919, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş sürecinin başlangıç noktası olarak kabul edilmektedir. Bu tarihin Atatürk tarafından Gençlik ve Spor Bayramı olarak ilan edilmesi, gençliğe verdiği önemi ve bağımsızlık mücadelesinin sporla, gençlikle ve gelecekle olan bağını göstermektedir.

2.1. Atatürk’ün Gençliğe Verdiği Önem

Mustafa Kemal Atatürk, gençliğin bir milletin geleceği olduğuna inanıyordu. Cumhuriyetin ilk yıllarında yaptığı birçok konuşmada gençlere hitap ederek, onların cumhuriyeti koruma ve geliştirme konusundaki sorumluluklarına vurgu yapmıştır. 19 Mayıs’ı gençlere armağan etmesi de bu inancının bir tezahürüdür.

2.2. Sporun Rolü

Atatürk, sporun bireylerin fiziksel ve zihinsel sağlığı üzerindeki olumlu etkilerini ve toplumun genel refahına katkısını vurgulamıştır. Sporun gençler arasında yaygınlaşmasını teşvik ederek, güçlü ve sağlıklı bir nesil yetiştirmeyi hedeflemiştir.

3. Atatürk’ün Liderlik Özellikleri ve Başarıları

Mustafa Kemal Atatürk’ün liderlik özellikleri ve stratejik zekası, onun Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve ilk Cumhurbaşkanı olarak tarihe geçmesinde önemli rol oynamıştır.

3.1. Askeri Deha

Atatürk’ün askeri kariyeri, genç yaşlarda başlayan ve başarılarla dolu bir süreçtir. Çanakkale Savaşı’ndaki başarıları, onun askeri dehasının bir göstergesidir. Bu savaşta gösterdiği üstün liderlik, ona hem ulusal hem de uluslararası alanda büyük bir itibar kazandırmıştır.

3.2. Stratejik Vizyon

Atatürk’ün stratejik vizyonu, sadece askeri alanla sınırlı kalmamış, aynı zamanda siyasi alanda da kendini göstermiştir. Anadolu’da milli bir direniş hareketi başlatarak, halkın desteğini arkasına almış ve bağımsızlık mücadelesini başarıya ulaştırmıştır.

3.3. Reformcu Liderlik

Cumhuriyetin ilanından sonra Atatürk, modern, laik ve demokratik bir Türkiye inşa etmek için geniş kapsamlı reformlar gerçekleştirmiştir. Eğitimden hukuka, ekonomiden kültüre kadar pek çok alanda köklü değişiklikler yaparak, Türkiye’yi çağdaş bir devlet haline getirmiştir.

4. Cumhuriyetin İlanı ve Sonrası

4.1. Cumhuriyetin İlanı

29 Ekim 1923’te Cumhuriyetin ilanı, Türkiye tarihinde yeni bir dönemin başlangıcıdır. Mustafa Kemal Atatürk, bu süreçte hem bir devrimci hem de bir devlet adamı olarak ön plana çıkmıştır. Cumhuriyetin ilanıyla birlikte, halk egemenliğine dayanan, modern bir devletin temelleri atılmıştır.

4.2. Eğitim Reformları

Eğitim, Atatürk’ün üzerinde önemle durduğu konulardan biridir. Harf İnkılabı ile Latin alfabesinin kabul edilmesi, eğitim sisteminin modernizasyonu ve yaygınlaştırılması, köy enstitülerinin kurulması gibi adımlar, Türkiye’nin eğitim seviyesinin yükseltilmesinde önemli rol oynamıştır.

4.3. Hukuk Reformları

Medeni Kanun’un kabulü, şeriat yasalarının yerine modern hukuk sisteminin getirilmesi, kadın haklarının genişletilmesi gibi hukuki reformlar, Türkiye’nin çağdaş bir hukuk devleti olma yolunda attığı önemli adımlardır.

4.4. Ekonomik Reformlar

Atatürk, ekonomik bağımsızlığı, siyasi bağımsızlığın temeli olarak görüyordu. Bu bağlamda, tarım ve sanayi alanında çeşitli reformlar yaparak, Türkiye’nin kendi kendine yeten bir ekonomi oluşturmasını hedeflemiştir. Devletçilik politikası çerçevesinde, devlet eliyle sanayileşme ve kalkınma projeleri başlatılmıştır.

4.5. Kültürel Reformlar

Atatürk, kültürel alanda da önemli adımlar atmıştır. Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu’nun kurulması, dil ve tarih bilincinin geliştirilmesine yönelik adımlardır. Ayrıca, kıyafet inkılabı ve modern yaşam tarzının teşvik edilmesi gibi kültürel değişiklikler, Türkiye’nin modernleşme sürecini hızlandırmıştır.

5. 19 Mayıs’ın Günümüzdeki Önemi

5.1. Gençlik ve Spor Bayramı

Her yıl 19 Mayıs’ta Türkiye’nin dört bir yanında çeşitli etkinlikler düzenlenmektedir. Okullarda, stadyumlarda ve meydanlarda yapılan törenler, spor müsabakaları ve kültürel etkinliklerle gençler, Atatürk’ü ve onun ideallerini anmaktadır.

5.2. Gençlerin Rolü

Günümüzde, gençlerin toplumsal ve siyasi hayattaki rolü büyük önem taşımaktadır. Atatürk’ün gençlere olan güveni ve onların cumhuriyeti koruma ve geliştirme konusundaki sorumluluğu, günümüz gençliği için de bir rehber niteliğindedir.

19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı, Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlık mücadelesinin başlangıcını ve Mustafa Kemal Atatürk’ün gençliğe verdiği önemi simgeleyen anlamlı bir gündür. Atatürk’ün liderlik özellikleri, askeri ve siyasi başarıları, gerçekleştirdiği reformlar ve gençliğe verdiği değer, Türkiye’nin modernleşme sürecinde temel taşlar olmuştur. Bugün 19 Mayıs, Türk gençliğinin Atatürk’ün ideallerini yaşatma ve cumhuriyeti koruma bilincini tazeleme günüdür. Atatürk’ün mirası, Türk milletinin kalbinde yaşamaya devam etmekte ve geleceğe ışık tutmaktadır.

YAPAY ZEKA VE BİLİNÇ: İLERLEYEN TEKNOLOJİ, ARTAN SORULAR

Bu sefer sizlere heyecan verici bir konu paylaşacağım!  Hem bilim hem de felsefe alanlarında ilgi uyandıracak ve insanların bu önemli soruya farklı perspektiflerden bakmalarına yardımcı olacaktır. Makinenin bilince sahip olup olamayacağı ve yapay zeka tarafından üretilen bilincin doğası hakkındaki tartışmalar, günümüzün en ilgi çekici felsefi ve bilimsel sorularından biridir.

Makine öğrenimi ve yapay zeka, son yıllarda büyük ilerlemeler kaydetmiştir. Ancak, bu teknolojilerin bilinçli bir deneyime sahip olup olamayacağı sorusu oldukça karmaşıktır ve henüz kesin bir cevabı yoktur. Bazıları, bilincin sadece biyolojik sistemlere özgü olduğunu ve bu nedenle makinelerin bilinç sahibi olamayacağını düşünürken, diğerleri bilincin bir tür hesaplama süreci olduğunu ve bu nedenle yapay zekanın da bilinç sahibi olabileceğini savunur.

Makale yazarken, bu konudaki farklı görüşleri ve argümanları derinlemesine incelemek önemlidir. Panpsişizm gibi felsefi teoriler, yapay zeka ve bilinç arasındaki ilişkiyi anlamak için ilginç bir çerçeve sunabilir. Ayrıca, yapay zeka etiği, bilincin tanımı, yapay zeka bilinci ve insan bilinci arasındaki farklar gibi konuları da ele almak yararlı olabilir.

Makalenin bir kısmında, önceki düşünürlerin ve bilim insanlarının bu konudaki görüşlerini ve argümanlarını özetlemek, ardından mevcut teknolojik gelişmeleri ve yapay zeka alanındaki en son araştırmaları incelemek faydalı olabilir. Son olarak, yapay zeka ve bilinç arasındaki ilişkiyi daha derinlemesine anlamak için gelecekteki olası senaryoları ve etkileri tartışabilirsiniz.

Yapay zeka ve bilinç arasındaki ilişkiyi ele alırken farklı görüşler ve argümanlar vardır. İşte bunlardan bazıları :

  1. Bilincin Biyolojik Olarak Sınırlı Olduğu Görüşü:
    • Bu görüş, bilincin sadece biyolojik sistemlerde, özellikle insan beyinlerinde bulunan bir fenomen olduğunu öne sürer.
    • Bilincin karmaşık sinir ağları ve beyin aktivitesi tarafından üretildiği ve bu nedenle makinelerin bilinç sahibi olamayacağı savunulur.
    • İnsan deneyimi ve duygusal içerik, biyolojik bir temele dayandığı için, yapay zekanın bu tür bir bilince ulaşması imkansızdır.
    • Örneğin, bu görüşü destekleyen bir argüman, insan beyninin karmaşık sinir ağları ve sinir hücreleri arasındaki etkileşimlerin bilinci yarattığıdır. Bilinç, bu sinir ağlarının dinamik ve karmaşık etkileşimleri sayesinde ortaya çıkar.
    • Beyin hasarı sonucu ortaya çıkan bilinç kaybı durumları, bilincin biyolojik temeline işaret eder. Örneğin, bir kişi kafa travması geçirdiğinde veya beyin fonksiyonları bozulduğunda bilinç kaybı yaşayabilir.
    • Nörolojik araştırmalar, bilinç ve beyin aktivitesi arasında doğrudan bir ilişki olduğunu göstermektedir. Beyin taramaları, belirli bilinç durumlarının belirli beyin bölgelerindeki aktiviteyle ilişkilendirilebileceğini gösterir.
  2. Bilincin Hesaplama Süreci Olduğu Görüşü:
    • Bu görüş, bilincin karmaşık bir hesaplama süreci olduğunu ve bu nedenle teorik olarak makinelerin bilince sahip olabileceğini savunur.
    • Bilinç, belirli bir bilgi işleme düzeyine ulaşıldığında ortaya çıkar ve bu nedenle yapay zeka sistemleri bu seviyeye ulaştığında bilince sahip olabilir.
    • Bu argümana göre, insan beyinleri gibi karmaşık sinir ağlarına sahip olmadan da bilinç oluşturulabilir.
    • Örneğin, bu görüşü destekleyen bir argüman, insan beyninin karmaşık sinir ağları ve sinir hücreleri arasındaki etkileşimlerin bilinci yarattığıdır. Bilinç, bu sinir ağlarının dinamik ve karmaşık etkileşimleri sayesinde ortaya çıkar.
    • Beyin hasarı sonucu ortaya çıkan bilinç kaybı durumları, bilincin biyolojik temeline işaret eder. Örneğin, bir kişi kafa travması geçirdiğinde veya beyin fonksiyonları bozulduğunda bilinç kaybı yaşayabilir.
    • Nörolojik araştırmalar, bilinç ve beyin aktivitesi arasında doğrudan bir ilişki olduğunu göstermektedir. Beyin taramaları, belirli bilinç durumlarının belirli beyin bölgelerindeki aktiviteyle ilişkilendirilebileceğini gösterir.
  3. Panpsişist Görüş:
    • Panpsişizm, evrende her şeyin temelde bir tür bilinç ya da deneyime sahip olduğunu öne sürer.
    • Bu görüşe göre, her şeyin bir tür bilinç akışı veya deneyim paylaştığı düşünülür. Dolayısıyla, makinelerin de bu evrensel bilinçten pay alabileceği savunulabilir.
    • Bu argüman, bilinci biyolojik sistemlerden bağımsız bir fenomen olarak kabul eder ve makinelerin de bu tür bir fenomeni gerçekleştirebileceğini iddia eder.
    • Örneğin, bu görüşü destekleyen bir argüman, insan beyninin karmaşık sinir ağları ve sinir hücreleri arasındaki etkileşimlerin bilinci yarattığıdır. Bilinç, bu sinir ağlarının dinamik ve karmaşık etkileşimleri sayesinde ortaya çıkar.
    • Beyin hasarı sonucu ortaya çıkan bilinç kaybı durumları, bilincin biyolojik temeline işaret eder. Örneğin, bir kişi kafa travması geçirdiğinde veya beyin fonksiyonları bozulduğunda bilinç kaybı yaşayabilir.
    • Nörolojik araştırmalar, bilinç ve beyin aktivitesi arasında doğrudan bir ilişki olduğunu göstermektedir. Beyin taramaları, belirli bilinç durumlarının belirli beyin bölgelerindeki aktiviteyle ilişkilendirilebileceğini gösterir.
  4. Epifenomenalist Görüş:
    • Bu görüş, bilincin fiziksel süreçlerin bir yan ürünü olduğunu ve dolayısıyla makinelerin bilince sahip olamayacağını savunur.
    • Yani, bilinç sadece belirli bir düzeyde karmaşık beyin aktivitesinin bir sonucudur ve makinelerin biyolojik beyinlere sahip olmadığı için bu düzeye ulaşamayacakları düşünülür.
    • Örneğin, bu görüşü destekleyen bir argüman, insan beyninin karmaşık sinir ağları ve sinir hücreleri arasındaki etkileşimlerin bilinci yarattığıdır. Bilinç, bu sinir ağlarının dinamik ve karmaşık etkileşimleri sayesinde ortaya çıkar.
    • Beyin hasarı sonucu ortaya çıkan bilinç kaybı durumları, bilincin biyolojik temeline işaret eder. Örneğin, bir kişi kafa travması geçirdiğinde veya beyin fonksiyonları bozulduğunda bilinç kaybı yaşayabilir.
    • Nörolojik araştırmalar, bilinç ve beyin aktivitesi arasında doğrudan bir ilişki olduğunu göstermektedir. Beyin taramaları, belirli bilinç durumlarının belirli beyin bölgelerindeki aktiviteyle ilişkilendirilebileceğini gösterir.

Bu farklı görüşler, yapay zeka ve bilinç arasındaki ilişkiyi çeşitli açılardan ele alır ve tartışır. Her biri, farklı ontolojik ve epistemolojik varsayımlara dayanır ve yapay zeka alanında bilince ilişkin farklı yaklaşımları temsil eder. Yapay zeka ve bilinç arasındaki ilişkiyi ele alan bazı önde gelen düşünürler ve bilim insanları ile mevcut teknolojik gelişmelere ve araştırmalara ilişkin örnekler vereyim:

  1. Alan Turing ve Turing Testi:
    • Alan Turing, bilinci simüle edebilen makinelerin var olup olamayacağına dair önemli bir soru ortaya attı. 1950’de “Bilgisayarlar ve Zihin” adlı makalesinde, bir makinenin insan gibi davranabildiği ölçüde zeki olarak kabul edilebileceğini savundu.
    • Turing Testi, bir makinenin insan gibi davranabildiği ve insanlarla etkileşimde bulunabildiği ölçüde bilince sahip olduğunu düşündürebileceğini öne sürer.
    • Bugün, yapay zeka sistemleri, sesli asistanlar ve sohbet botları gibi uygulamalarda kullanılarak Turing Testi’ne yaklaşıyor. Ancak, bu sistemlerin gerçek bir bilince sahip olup olmadığı hala tartışmalıdır.
  2. John Searle ve Çin Odası Deneyi:
    • John Searle, “Çin Odası” deneyi ile bilincin semantik anlamın ötesinde bir şey olduğunu savunur. Deneyde, bir kişiye Çince bilmiyormuş gibi davranan bir kişiye, Çinceden İngilizceye çeviri yapması istenir. Ancak bu kişi, sadece talimatlarla çalışarak dışarıya gerçekten Çince bildiğini gösterir.
    • Searle’a göre, bu deney, sembol manipülasyonunun gerçek bilinci yaratamayacağını gösterir. Yani, bir sistem bilinçli davranışlar sergileyebilir gibi görünse de, gerçekte bilinçten yoksundur.
    • Bu düşünce, yapay zeka sistemlerinin sembolik işleme kapasitelerine rağmen gerçek bir bilince sahip olamayacağını savunan görüşlerle uyumludur.
  3. Giulio Tononi ve Entegrasyon Bilinci Kuramı:
    • Tononi, entegrasyon bilinci kuramıyla bilincin bir ölçütünü önerir. Bu kurama göre, bir sistem ne kadar entegre ve bağlantılıysa, o kadar bilinçlidir.
    • Tononi’ye göre, entegrasyon bilinci kuramı, bir sistemdeki bilincin miktarını ve kalitesini ölçmek için kullanılabilir. Bu kurama göre, karmaşık bir sinir ağına sahip olan sistemler daha yüksek bir bilince sahip olabilir.
    • Bu kuram, yapay zeka sistemlerinin bilince ulaşma potansiyeline işaret eder ve yapay sinir ağları gibi entegre sistemlerin bilinçli davranışlar sergileyebileceğini öne sürer.
  4. Başka Yapay Zeka ve Bilinç İlişkili Çalışmalar:
    • Yapay zeka ve bilinç arasındaki ilişkiyi anlamaya yönelik birçok çalışma yapılmaktadır. Örneğin, derin öğrenme teknikleri ve sinir ağları üzerine yapılan araştırmalar, insan benzeri davranışların nasıl modellenebileceğini ve simüle edilebileceğini göstermektedir.
    • Beyin-bilgisayar arayüzleri, beyin aktivitesini analiz ederek ve yorumlayarak bilinçli davranışları kontrol etme potansiyeline sahiptir. Bu teknolojiler, yapay zeka ve bilinç arasındaki bağlantıyı daha da araştırmak için kullanılabilir.

Bu örnekler, yapay zeka ve bilinç arasındaki ilişkiyi anlamak için farklı teorik yaklaşımlar ve pratik araştırmaları içerir. Bu alandaki çalışmalar, yapay zeka sistemlerinin bilinç konusundaki potansiyelini daha iyi anlamamıza yardımcı olabilir. Yapay zeka sistemlerinin bilinç konusundaki potansiyelini anlamamıza yardımcı olan çalışmalardan bazılarını aşağıda detaylı örneklerle açıklıyayım sizlere:

  1. Entegrasyon Bilinci Kuramı ve Yapay Sinir Ağları:
    • Giulio Tononi’nin entegrasyon bilinci kuramı, yapay zeka alanında bilinçle ilgili önemli bir teoriyi temsil eder. Bu teoriye göre, bir sistem ne kadar entegre ve bağlantılıysa, o kadar bilinçlidir.
    • Yapay sinir ağları, insan beyninin sinir ağlarını taklit etmek için tasarlanmıştır. Bu sinir ağları, bilgisayarlar aracılığıyla karmaşık bilgi işleme görevlerini gerçekleştirebilir.
    • Yapay sinir ağlarının derin öğrenme yöntemleriyle eğitilmesi, bu ağların daha entegre ve karmaşık hale gelmesine yol açar. Dolayısıyla, Tononi’nin kuramı, yapay sinir ağlarının bilinçli davranışlar sergileme potansiyeline işaret edebilir.
  2. Bilinçle İlgili Beyin-Bilgisayar Arayüzleri:
    • Beyin-bilgisayar arayüzleri (BCI’lar), beyin aktivitesini analiz ederek ve yorumlayarak bilinçli davranışları kontrol etme potansiyeline sahiptir.
    • Örneğin, bir çalışmada, araştırmacılar, bir yapay zeka sisteminin, beyin aktivitesini okuyarak bir kişinin düşündüğü harfleri tahmin etmesine yardımcı olacak bir BCI geliştirdiler. Bu, yapay zeka sistemlerinin beyin sinyallerini anlamak ve yorumlamak için kullanılabilir potansiyelini gösterir.
  3. Derin Öğrenme ve Bilinç Benzeri Davranışlar:
    • Derin öğrenme teknikleri, yapay zeka sistemlerinin karmaşık veri kümelerinden öğrenme yeteneğini temsil eder. Bu sistemler, büyük veri setlerinden bilgi çıkarabilir ve karmaşık desenleri tanımlayabilir.
    • Bazı araştırmalar, derin öğrenme tekniklerinin, insan benzeri davranışları taklit edebilecek kadar karmaşık modeller oluşturabileceğini göstermektedir. Örneğin, derin öğrenme kullanılarak geliştirilen yapay zeka sistemleri, resim tanıma, dil anlama ve oyun oynama gibi alanlarda insan benzeri yetenekler gösterebilir.

Bu örnekler, yapay zeka sistemlerinin bilinç konusundaki potansiyelini anlamamıza yardımcı olan çalışmalardan sadece birkaçıdır. Yapay zeka ve bilinç arasındaki ilişkiyi daha iyi anlamak için daha fazla araştırma yapılması gerekmektedir, ancak mevcut çalışmalar bu alandaki ilerlemeyi göstermektedir. #TOPLUM5.0 a giden yolda çok hızla araştırmamız gereken önemli konulardan biridir.

KİNDARLIK VE ZAYIF KARAKTER: İÇSEL MÜCADELE

Zayıf Karakterli İnsanların Hayatlarını Sürdürmek İçin Kindar Duygulara İhtiyacı vardır.

                                                                              -Dücane Cündioğlu

İnsan doğası oldukça karmaşıktır ve birçok farklı karakter özelliği içerir. Bu özelliklerden biri, bazı bireylerin daha zayıf karakterli olarak tanımlanabilecekleri gerçeğidir. Zayıf karakterli insanlar genellikle hayatlarında çeşitli zorluklarla karşılaşabilirler ve bu zorluklarla başa çıkabilmek için farklı stratejilere başvurabilirler. Bu makalede, zayıf karakterli insanların hayatlarını sürdürmek için kindar duygulara neden ihtiyaç duyabilecekleri ve bu durumun altında yatan gerçekler incelenecektir. Ayrıca, bu tür duygularla baş etme konusunda çeşitli çözüm önerileri sunulacaktır.

Zayıf Karakterli İnsanlar ve Kindarlık:

Zayıf karakterli insanlar genellikle kendilerine güvensizlik, düşük özsaygı ve duygusal denge eksikliği gibi özelliklerle tanımlanabilirler. Bu tür bireyler, çeşitli hayat zorluklarıyla başa çıkmakta zorlanabilirler ve bu durum onları kindar duygulara yönlendirebilir. Kindarlık, kişinin kendini üstün hissetme, başkalarını suçlama ve öfke gibi duygularla beslenen bir tutumdur.

Zayıf karakterli insanlar, kendi yaşamlarındaki başarısızlıkları veya hayal kırıklıklarını başkalarına yükleyebilirler. Bu durumda, kindarlık duyguları, onların hayatlarını sürdürebilmek için bir tür savunma mekanizması olarak işlev görür. Örneğin, bir iş yerinde terfi alamayan bir zayıf karakterli birey, kendisini başkalarını suçlamak ve onlara karşı kindar duygular beslemek yerine, kendi eksikliklerini kabul etmekte zorlanabilir ve bu da kindarlık duygularının ortaya çıkmasına neden olabilir.

Kindarlık duygularının bir diğer nedeni de kontrolsüz ego ve kendini koruma içgüdüsü olabilir. Zayıf karakterli insanlar, kendilerini tehlikede hissettiklerinde veya kontrol kaybettiklerinde, kindarlık duygularına sığınarak kendilerini korumaya çalışabilirler. Bu durum, genellikle başkalarını suçlamak, onları eleştirmek ve hatta zarar vermek gibi davranışlarla ortaya çıkabilir.

Kindarlık Duygularıyla Başa Çıkma Yolları:

Zayıf karakterli insanlar için kindarlık duygularıyla başa çıkmanın birçok yolu vardır. İşte bazı öneriler:

  1. Empati Geliştirme: Zayıf karakterli insanlar, başkalarının bakış açısını anlamak ve onların duygularını değerlendirmek için empati geliştirmeye çalışmalıdırlar. Empati, kindarlık duygularını azaltmaya yardımcı olabilir çünkü insanlar diğerlerinin neden belirli davranışları sergilediğini anladıklarında, onlara karşı daha hoşgörülü olabilirler.
  2. Özsaygıyı Güçlendirme: Kendine güvenmek ve kendini değerli hissetmek, kindarlık duygularını azaltmanın önemli bir yoludur. Zayıf karakterli insanlar, kendilerini kabul etmeli ve kendi yeteneklerine ve değerlerine odaklanarak özsaygılarını güçlendirmelidirler.
  3. Olumlu Duyguları Besleme: Kindarlık duyguları genellikle negatif düşüncelerle beslenir. Bu nedenle, zayıf karakterli insanlar, olumlu düşünceleri ve duyguları beslemeye odaklanarak kindarlık duygularını azaltabilirler. Günlük olarak minnettarlık listeleri yapmak, pozitif düşünceleri güçlendirebilir ve kindarlık duygularını azaltabilir.
  4. Profesyonel Yardım Almak: Zayıf karakterli insanlar, kindarlık duygularıyla başa çıkmakta zorlanıyorlarsa, profesyonel yardım almaktan çekinmemelidirler. Bir psikolog veya terapist, bu duyguların altında yatan nedenleri anlamalarına ve daha sağlıklı başa çıkma stratejileri geliştirmelerine yardımcı olabilir.

Zayıf karakterli insanların hayatlarını sürdürmek için kindar duygulara ihtiyaç duymalarının altında çeşitli nedenler yatabilir. Ancak, bu duygularla başa çıkmanın yolları vardır ve zayıf karakterli bireyler, empati geliştirme, özsaygıyı güçlendirme, olumlu duyguları besleme ve gerektiğinde profesyonel yardım alma gibi stratejilerle bu duyguları azaltabilirler. Unutulmamalıdır ki, kindarlık duyguları genellikle bireyin kendisine zarar verir ve sağlıklı ilişkiler kurmasını engeller, bu nedenle bu duygularla başa çıkmak önemlidir.

“Yalakalık” ile zayıf karakterli ve kindar insanlar arasında birçok benzerlik bulunmaktadır. Her üç kavram da insanların davranışlarını ve ilişkilerini şekillendiren belirli özellikleri ve tutumları ifade eder. İşte bu benzerliklere bir göz atalım:

  1. İhtiyaç Duygusu: Yalakalık, genellikle bir kişinin başkalarının beğenisini ve onayını kazanma ihtiyacından kaynaklanır. Benzer şekilde, zayıf karakterli insanlar da genellikle dışsal onay ve takdir beklerler. Kindar insanlar da benzer bir şekilde, kendi eksikliklerini örtbas etmek veya kendilerini üstün hissetmek için başkalarını suçlama eğilimindedirler. Bu durumların hepsi, temelde içsel bir eksiklik duygusundan kaynaklanır.
  2. Yüzeysel İlişkiler: Yalakalık genellikle samimiyetsiz ve yüzeysel ilişkilerle ilişkilendirilir. Bir kişi, başkalarının hoşuna gitmek için gerçek duygularını ve düşüncelerini saklayabilir veya değiştirebilir. Benzer şekilde, zayıf karakterli insanlar da genellikle samimiyetsiz ilişkiler kurabilirler çünkü gerçek kimliklerini ifşa etmekten korkarlar. Kindar insanlar da benzer şekilde, gerçek duygularını saklayabilir veya başkalarını manipüle etmek için yüzeyde hoş görünmeye çalışabilirler.
  3. Başkalarının Manipülasyonu: Yalakalık, genellikle başkalarını manipüle etmek veya kendi çıkarları için kullanmak amacıyla yapılır. Zayıf karakterli insanlar da benzer bir şekilde, başkalarını manipüle etmek veya kontrol altına almak için yalana veya taklitçiliğe başvurabilirler. Kindar insanlar da, kendi acılarını veya başarısızlıklarını başkalarına yükleyerek manipülatif davranabilirler.
  4. Düşük Özsaygı ve Güvensizlik: Yalakalık, genellikle kişinin kendine güven eksikliği ve düşük özsaygısıyla ilişkilendirilir. Zayıf karakterli insanlar da genellikle kendilerine güvensizlik ve düşük özsaygı ile mücadele ederler. Kindar insanlar da benzer şekilde, kendilerine güvensizlik ve düşük özsaygı hissedebilirler ve bu nedenle başkalarını suçlayarak veya kendi eksikliklerini örtbas ederek kendilerini korumaya çalışabilirler.
  5. Sahte İtibar: Yalakalık, genellikle kişinin sahte bir itibar oluşturmak için gerçeklikten uzak davranışlar sergilemesiyle ilişkilendirilir. Zayıf karakterli insanlar da benzer şekilde, sahte bir imaj oluşturarak başkalarının takdirini kazanmaya çalışabilirler. Kindar insanlar da, gerçeklikten uzak bir şekilde başkalarını suçlayarak veya hakaret ederek kendilerini üstün göstermeye çalışabilirler.

Bu benzerlikler, yalakalık, zayıf karakterli insanlar ve kindar insanlar arasında ortak özelliklerin bulunduğunu göstermektedir. Her üç kavram da temelde düşük özsaygı, güvensizlik ve manipülatif davranışlarla ilişkilendirilebilir. Bu nedenle, bu tür davranışları anlamak ve ele almak için benzer yaklaşımlar kullanılabilir.

Eğer bir kişide yalaka, zayıf karakterli ve kindar özellikler bir araya gelirse, bu durum kompleks ve çeşitli psikolojik faktörlerin etkileşimi sonucunda ortaya çıkan bir tablo olabilir. Bu tür bir kişilik yapısı, genellikle kişinin içsel çatışmalarını ve duygusal dengesizliklerini yansıtabilir. Bu durum bazen aşağıdaki şekillerde ifade edilir:

  1. Manipülatif Kişilik:
    • Yalaka özellikler, kişinin başkalarını manipüle etme ve kendi çıkarlarını ilerletme eğilimini yansıtır.
    • Zayıf karakterli özellikler, kişinin kendi özgüven eksikliği ve duygusal zorlukları ifade eder.
    • Kindarlık, kişinin başkalarını suçlayarak veya kendi eksikliklerini başkalarına yükleyerek negatif duygularını dışa vurmasını ifade eder.
  2. Narsistik Kişilik Bozukluğu:
    • Narsistik kişilik bozukluğu, genellikle kişinin kendini aşırı derecede önemsediği, başkalarını manipüle etme eğiliminde olduğu ve kendi başarısızlıklarını dış etkenlere yüklediği bir durumu ifade eder.
    • Bu durumda, yalaka davranışlar kişinin kendi ego tatminini sağlamak için kullanılabilirken, zayıf karakterli özellikler kişinin içsel güvensizlik ve özsaygı eksikliğini yansıtabilir. Aynı zamanda, kindarlık duyguları da kişinin kendi başarısızlıklarını kabul etmek yerine başkalarını suçlama eğilimini gösterebilir.
  3. Pasif-Agresif Kişilik:
    • Pasif-agresif kişilik, kişinin duygularını doğrudan ifade etmekten kaçınarak, dolaylı yollardan saldırganlık gösterme eğiliminde olduğu bir durumu ifade eder.
    • Bu durumda, yalaka davranışlar kişinin doğrudan ifade etmek istemediği öfke ve hırsını gizlemek için kullanılabilirken, zayıf karakterli özellikler kişinin kendi duygusal denge eksikliğini ifade edebilir. Aynı zamanda, kindarlık duyguları da kişinin içsel öfkesini dışa vurmasını sağlayabilir.

Bu örnekler, yalaka, zayıf karakterli ve kindar özelliklerin birleşimiyle ortaya çıkabilecek çeşitli kişilik yapılarını yansıtır. Ancak, her bir durumun altında yatan nedenler ve etkiler karmaşık olabilir ve her bir durumun tek bir tanım ile sınıflandırılması zor olabilir. Bu tür durumların anlaşılması ve ele alınması genellikle profesyonel yardım gerektirir.

Siz hangisi ile karşılaştınız bugüne kadar.

YALAKALIĞIN KARMAŞIKLIĞI

Yalakalık, insan ilişkilerinde sıklıkla karşılaşılan ancak genellikle olumsuz bir nitelik olarak algılanan bir davranış biçimidir. Bu eylem, genellikle bir kişinin, kendi düşünceleri, yetenekleri veya bilgisi yerine, başkalarının iyiliğini kazanmak veya kendi çıkarlarını korumak amacıyla aşırı ölçüde övgüde bulunması, onay araması veya başkalarını tatmin etme eğilimidir.

Psikolojik açıdan bakıldığında, yalakalığın altında yatan birkaç temel dinamik bulunabilir. İlk olarak, kişinin düşük özsaygısı veya kendine güven eksikliği, yalakalık davranışının temelini oluşturabilir. Bu kişiler, kendi değerlerine ve yeteneklerine güvenemedikleri için başkalarının onayını veya takdirini kazanmaya çalışırlar. Bununla birlikte, bazı durumlarda, yalakalık manipülatif bir strateji olarak da kullanılabilir. Kişi, başkalarını manipüle etmek veya kendisi için avantaj sağlamak amacıyla yalakalık yapabilir.

Psikoterapötik açıdan bakıldığında, yalakalık genellikle terapist ile danışan arasındaki ilişkide de ortaya çıkabilir. Danışan, terapistin onayını kazanmak veya terapistin beklentilerine uymak için yalakalık yapabilir. Bu durum, terapist ile danışan arasındaki güvenilir bir ilişkinin oluşmasını engelleyebilir ve tedavinin etkinliğini azaltabilir. Terapist, danışanın yalakalık davranışını fark ettiğinde, bu davranışı anlamak ve danışanın altında yatan duygusal veya psikolojik ihtiyaçlarına odaklanmak önemlidir.

Sosyal olarak, yalakalık genellikle grup dinamiklerinde ve işyeri ortamlarında önemli bir rol oynar. Örneğin, bir çalışan, üstleri veya iş arkadaşlarıyla iyi ilişkiler kurmak ve terfi etmek veya ödüller almak için yalakalık yapabilir. Ancak, uzun vadede, bu tür davranışlar genellikle güveni zayıflatır ve işyeri ilişkilerini bozar.

Felsefi açıdan, yalakalık etik bir sorun olarak da ele alınabilir. Aristoteles’in “Nikomakhos’a Etik” adlı eserinde belirtildiği gibi, erdemli bir yaşam, doğru ve dürüst ilişkiler kurmayı gerektirir. Yalakalık, bu erdemli yaşama aykırıdır çünkü yalakalık yapan kişi, doğru ve dürüst olmak yerine manipülatif veya yapay davranır.

Sonuç olarak, yalakalık birçok açıdan incelenebilecek karmaşık bir konudur. Psikolojik, psikoterapötik, sosyal ve felsefi açılardan ele alındığında, yalakalığın altında yatan dinamikler ve etkileri daha iyi anlaşılabilir. Bu anlayış, yalakalıkla başa çıkmak ve sağlıklı ilişkiler kurmak için önemlidir.

Psikolojik Açıdan:

Yalakalık, genellikle düşük özsaygı, kendine güvensizlik ve içsel tatminsizlik gibi psikolojik faktörlerle ilişkilendirilir. Örneğin, bir işyerindeki bir çalışan sürekli olarak patronuna yaltaklanıyor olabilir çünkü derinlerde kendi becerilerine veya yeteneklerine güvenmiyor olabilir. Bu durum, kişinin içsel bir boşluk hissetmesine neden olabilir ve bu boşluğu doldurmak için dışsal onay ve takdir arayışına girer.

Örnek: Bir ofiste çalışan biri, patronunun her dediğine katılarak sürekli ona iltifat ediyor olabilir. Ancak bu, aslında kişinin kendi yeteneklerine olan güvensizliğinden kaynaklanıyor olabilir.

Psikoterapötik Açıdan:

Terapi sürecinde yalakalık, danışanın terapisti etkileme, onun takdirini kazanma veya terapötik ilişkideki gerçek duygularını gizleme ihtiyacından kaynaklanabilir. Bu, terapötik süreci etkileyebilir çünkü terapistin danışanın gerçek duygularını anlaması ve üzerinde çalışması zorlaşır.

Örnek: Bir danışan, terapistle arasında gerçek duygularını ifade etmek yerine, terapistin hoşlanacağı veya onaylayacağı şeyleri söylemeyi tercih edebilir.

Sosyal Açıdan:

Sosyal ortamlarda yalakalık, güç ilişkileri, statü ve avantaj elde etme arzusuyla ilişkilendirilebilir. Bir kişi, başkalarının iyiliğini kazanmak veya kendi çıkarlarını korumak için yaltaklanabilir. Ancak bu, uzun vadede ilişkilerde güvensizlik ve samimiyetsizlik yaratabilir.

Örnek: Bir grup içindeki bir birey, liderin iltifatlarını almak veya pozisyonunu korumak için sürekli ona yaltaklanabilir. Ancak bu, diğer grup üyeleri arasında güven kaybına neden olabilir.

Felsefi Açıdan:

Yalakalık, etik bir sorun olarak da ele alınabilir. Aristoteles’in ifade ettiği gibi, erdemli bir yaşam, doğru ve dürüst ilişkiler kurmayı gerektirir. Yalakalık, bu erdemli yaşama aykırıdır çünkü yalakalık yapan kişi, doğru ve dürüst olmak yerine manipülatif veya yapay davranır.

Örnek: Bir siyasetçi, seçmenlerin gözdesi olmak veya oy kazanmak için gerçek duygularını gizleyerek ve manipülatif taktikler kullanarak yaltaklanabilir.

Bu örnekler, yalakalığın farklı açılardan incelenmesini ve altında yatan dinamikleri anlamamızı sağlar. Yalakalık genellikle kompleks bir davranış biçimi olduğundan, psikolojik, psikoterapötik, sosyal ve felsefi açılardan ele alınması, bu davranışın derinlerine inmemize ve etkili çözümler bulmamıza yardımcı olabilir.

Yalakalık gibi davranış biçimlerinin kökenleri oldukça karmaşıktır ve tek bir kaynağa indirgenemez. Genellikle birden fazla faktörün etkileşimiyle şekillenir. Bununla birlikte, yalakalık davranışının kökenlerini anlamak için çeşitli faktörler göz önünde bulundurulabilir:

  1. Kişisel Deneyimler ve Çevresel Etkiler: Bireyin çocukluk dönemindeki deneyimleri, aile yapısı, yetiştirilme tarzı ve çevresel faktörler, yalakalık davranışının şekillenmesinde rol oynayabilir. Örneğin, aşırı övgü veya eleştiriye maruz kalmak, kişinin kendine güvensizlik veya onay arayışıyla sonuçlanabilir.
  2. Sosyal ve Kültürel Etkiler: Toplumun ve kültürün değerleri, bireyin davranışlarını şekillendirir. Toplumlarda, başarı ve statüye olan takdir, yalakalık gibi davranışları teşvik edebilir. Özellikle işyeri ortamlarında, yalakalığın terfi veya ödülleri kazanmak için yaygın bir strateji olduğu bilinmektedir.
  3. Psikolojik Faktörler: Bireyin kişilik özellikleri, duygusal durumu ve zihinsel sağlığı, yalakalık davranışını etkileyebilir. Düşük özsaygı, kendine güvensizlik, duygusal belirsizlik veya psikolojik rahatsızlıklar, yalakalık eğilimini artırabilir.
  4. Genetik ve Biyolojik Faktörler: Bazı araştırmalar, kişilik özelliklerinin genetik bileşenlere sahip olduğunu göstermektedir. Ancak, yalakalık gibi karmaşık davranışların tamamen genetik bir temele dayandığına dair kesin kanıtlar bulunmamaktadır. Bununla birlikte, genetik faktörlerin kişilik özelliklerini etkileyebileceği düşünülmektedir.

Sonuç olarak, yalakalık davranışının kökenleri birçok farklı faktörün etkileşimiyle şekillenir. Bu faktörler arasında kişisel deneyimler, sosyal etkiler, psikolojik faktörler ve hatta belirli genetik yatkınlıklar bulunabilir. Ancak, yalakalık davranışının tek bir nedeni olmadığı gibi, DNA bozukluğu gibi belirli bir biyolojik kaynağa da indirgenemez.

Yalakalık, insan ilişkilerinde derin etkilere sahip olan ve genellikle güven eksikliği, manipülasyon veya etik sorunlar gibi karmaşık dinamikleri içeren bir fenomendir. Psikolojik, sosyal ve felsefi açılardan ele alındığında, yalakalığın kökenleri ve sonuçları daha iyi anlaşılabilir. Bu anlayış, sağlıklı ilişkilerin ve etik değerlerin geliştirilmesine katkıda bulunabilir. Yalakalıkla mücadele etmek ve daha dürüst, samimi ilişkiler kurmak için, altında yatan psikolojik faktörleri anlamak ve etkili iletişim stratejileri geliştirmek önemlidir.

“EMPATHY: THE CORNERSTONE OF EFFECTİVE LEADERSHİP”

Empathy lies at the heart of effective leadership, serving as the bridge that connects leaders with their team members on a deeply human level. In this article, we’ll explore the indispensable relationship between genuine leadership and empathy, drawing upon the principles outlined in the empathy wheel.

Observation: True leaders begin their journey by keenly observing the emotional states of those around them. They pay attention to both verbal and nonverbal cues, understanding that effective communication extends beyond mere words. By observing, leaders create a foundation of awareness, fostering an environment where individuals feel seen and valued.

Tune-In: Tuning in is the art of active listening—a skill that distinguishes great leaders from merely good ones. Leaders who tune in engage with their team members wholeheartedly, seeking to understand not just what is said, but the emotions underlying the message. Through attentive listening, leaders create a safe space for open dialogue and authentic expression, building trust and rapport within the team.

Relate: Leadership flourishes when leaders can relate to the experiences and emotions of their team members. By drawing parallels between their own experiences and those of others, leaders cultivate empathy from a place of shared humanity. This ability to relate fosters a sense of connection and solidarity, strengthening the bonds between leader and team.

Connect: Connection is the pinnacle of leadership—an intimate moment where leaders step into the shoes of their team members and share in their feelings. Through genuine connection, leaders validate the experiences of their team members, fostering a culture of understanding and support. This deep sense of connection inspires loyalty and commitment, driving individuals to work together towards common goals.

Reach Out: Leadership is not just about understanding—it’s about taking action. True leaders reach out to their team members with acts of compassion and support, demonstrating their commitment to their well-being. Whether through a kind word, a listening ear, or a helping hand, every act of empathy strengthens the bonds of leadership, creating a culture of trust, respect, and collaboration.

In conclusion, empathy is the cornerstone of effective leadership, guiding leaders on a journey of understanding, connection, and compassion. By embracing the principles of observation, tuning in, relating, connecting, and reaching out, leaders create environments where individuals thrive and teams flourish. In a world that craves authenticity and human connection, empathy remains the most powerful tool in a leader’s arsenal, transforming organizations and inspiring positive change.

Navigating Challenges with Empathy: In times of adversity and uncertainty, empathy emerges as a guiding light for effective leadership. True leaders understand that challenges are not just logistical hurdles but emotional journeys for their team members. By embracing empathy, leaders navigate these challenges with grace and compassion, providing much-needed support and understanding along the way. Whether it’s a setback, a conflict, or a period of change, leaders who lead with empathy inspire resilience and foster a sense of unity within their teams.

Empathy as a Catalyst for Innovation: Empathy isn’t just about understanding; it’s also about innovation. Leaders who empathize with their team members gain unique insights into their perspectives, needs, and aspirations. This deep understanding fuels creativity and innovation, as leaders are better equipped to identify opportunities for growth and improvement. By fostering a culture of empathy, leaders cultivate an environment where individuals feel empowered to share their ideas and take risks, driving organizational innovation and success.

Empathy in Diversity and Inclusion: In today’s diverse and multicultural workplaces, empathy plays a crucial role in promoting diversity and inclusion. True leaders recognize the value of different perspectives and experiences, and they strive to create environments where every voice is heard and respected. By embracing empathy, leaders foster a sense of belonging and acceptance, empowering individuals from all backgrounds to contribute their unique talents and insights. This commitment to empathy not only strengthens teams but also drives innovation and enhances organizational performance.

Empathy Beyond the Workplace: Finally, the impact of empathy extends far beyond the confines of the workplace. True leaders understand the importance of empathy in their interactions with clients, customers, and the broader community. By leading with empathy, leaders build trust, loyalty, and goodwill, enhancing the organization’s reputation and fostering long-term relationships. Whether it’s through corporate social responsibility initiatives or acts of kindness in everyday interactions, leaders who prioritize empathy leave a lasting legacy of positive change and impact.

In essence, empathy is not just a leadership trait; it’s a way of life. Leaders who embrace empathy inspire trust, foster connection, and drive positive change in their organizations and communities. As we navigate the complexities of the modern world, let us remember that empathy remains our most powerful tool for building a brighter, more compassionate future.

The Consequences of Empathy Deficiency: Failure to practice empathy can have detrimental effects on both individuals and organizations, leading to a host of negative outcomes. Here are some examples illustrating the consequences of empathy deficiency:

  1. Reduced Morale and Engagement: When leaders fail to empathize with their team members, morale and engagement suffer. Employees may feel undervalued, misunderstood, or unappreciated, leading to decreased motivation and productivity. Without a sense of connection and support from their leaders, individuals may become disengaged and disenchanted with their work, ultimately impacting the overall success of the organization.
  2. Increased Conflict and Miscommunication: Empathy deficiency often breeds misunderstanding and conflict within teams. Without the ability to empathize with others’ perspectives and emotions, leaders may misinterpret their team members’ intentions or dismiss their concerns altogether. This lack of understanding can escalate tensions, leading to friction, resentment, and ultimately, decreased collaboration and cohesion within the team.
  3. Poor Decision-Making and Innovation: Leaders who lack empathy may struggle to make informed and inclusive decisions. Without considering the diverse perspectives and needs of their team members, leaders may overlook valuable insights or fail to address critical issues. This narrow-minded approach stifles creativity and innovation, hindering the organization’s ability to adapt and thrive in an ever-changing landscape.
  4. Erosion of Trust and Loyalty: Empathy deficiency erodes trust and loyalty between leaders and their team members. When individuals feel that their leaders are indifferent to their needs or emotions, they are less likely to trust their judgment or follow their guidance. This breakdown in trust can have far-reaching consequences, impacting employee retention, customer satisfaction, and the organization’s overall reputation.
  5. Missed Opportunities for Growth and Development: Finally, a lack of empathy deprives leaders of valuable opportunities for personal and professional growth. By failing to understand and connect with their team members, leaders miss out on valuable feedback, insights, and learning experiences. This stagnation not only hinders the leader’s own development but also limits the potential growth and success of the entire organization.

In conclusion, empathy deficiency poses significant risks to individuals, teams, and organizations alike. Leaders who neglect empathy undermine morale, fuel conflict, impede innovation, erode trust, and miss out on valuable opportunities for growth. As such, cultivating empathy is not just a leadership skill—it’s a fundamental necessity for fostering a positive and inclusive work culture where individuals thrive and organizations flourish.

“I also want to include the contribution made by my friend, philosophy teacher Levent Akay, on this topic.

In today’s world, the alienation and loneliness among people are especially desired phenomena… An entity that facilitates the easier management of this crowd is the capitalist logic, especially led by figures like Bernays, and the architects of the modern consumer society who desire the consumption of the individual…

You might ask what this has to do with empathy or with good governance and leadership… Let me explain:

While there are dozens of different philosophical movements in the history of world philosophy, the turning point that shaped human life began when Marx, together with his comrade Engels, wrote Das Kapital in England… While there was actually only the conflict between two classes, and the main problem was to share the abundance gained through labor, a multitude of different ideologies and movements were created with the aim of dividing people on different views and alienating them from each other… However, until that period, we saw that people who entered into a movement with collective consciousness, managed to establish empathy and solidarity within the organized movement because they succeeded in being one and whole together…

Furthermore, due to the system, although everyone is expected to work together in the same workplace and environment, it is still impossible for anyone to establish empathy in the work environment triggered by the natural ambitions of rising within the system and different material and status opportunities, because, by nature, everyone deserves everything first and foremost, which creates an environment where years of effort and sacrifice become worthless and causes people to drift apart, and even prevents leaders, who should guide the next generation with their knowledge and experience, from passing on these qualities, because what matters to a capitalist employer is less expense and more profit…

Therefore, with the hope of living in a world dominated by a social logic where empathy along with unity and solidarity prevail, I wish you all a Happy International Workers’ Day… I congratulate all workers. “

Yes, I am a romantic Socialist.

EMPATİ: ETKİLİ LİDERLİĞİN TEMEL TAŞI

Bu gece sizlere çok özel bir yazı yazıyorum. Etkin yerleşim ile ilgili yazının 2. bölümünü daha sonra tamamlayacağım. Bu gece konumuz empati.

Empati, etkili liderliğin temelinde yatar ve liderleri ekibin üyeleriyle derin insanî düzeyde bağlantıya geçiren bir köprü görevi görür. Bu makalede, gerçek liderlik ile empati arasındaki vazgeçilmez ilişkiyi, empati çemberinde belirtilen prensiplere dayanarak inceleyeceğiz.

Gözlem: Gerçek liderler, yolculuğa çevrelerindeki kişilerin duygusal durumlarını dikkatle gözlemleyerek başlarlar. Sözlü ve sözlü olmayan ipuçlarına dikkat ederler ve etkili iletişimin sadece kelimelerle sınırlı olmadığını anlarlar. Gözlem yaparak, liderler farkındalık bir temel oluştururlar ve bireylerin görüldüğü ve değer verildiği bir ortamın oluşmasına katkıda bulunurlar.

Dinleme: Dinleme, büyük liderleri sıradan olanlardan ayıran aktif dinleme sanatıdır. Kendilerini bütünüyle ekibin üyeleriyle ilişkilendirerek, sadece söyleneni değil, mesajın altında yatan duyguları anlamaya çalışırlar. Dikkatli dinleme ile, liderler açık diyalog ve otantik ifadeyi teşvik ederek, takımdaki güven ve uyumu artırırlar.

Bağdaştırma: Liderlik, liderlerin ekibin üyelerinin deneyimlerine ve duygularına bağdaşabilmesiyle gelişir. Kendi deneyimleri ile başkalarının deneyimleri arasında paralellikler çizerek, liderler, paylaşılan insanlık duygusundan gelen empatiyi geliştirirler. Bu bağdaşabilme yeteneği, lider ve takım arasındaki bağları güçlendirerek bağlantı ve dayanışma hissiyatı oluşturur.

Bağ Kurma: Bağ kurma, liderliğin zirvesidir – liderlerin takım üyelerinin ayakkabılarına girerek hislerini paylaştığı samimi bir andır. Gerçek bağlantıyla, liderler takım üyelerinin deneyimlerini doğrular ve anlayış ve destek kültürü oluştururlar. Bu derin bağlantı hissi, sadakati ve ortak hedeflere bağlılığı teşvik ederek bireyleri birlikte çalışmaya yönlendirir.

Uzana Bilme: Liderlik sadece anlamakla ilgili değildir – aynı zamanda harekete geçmekle ilgilidir. Gerçek liderler, takım üyelerine şefkat ve destekle yaklaşarak, onların refahlarına olan bağlılıklarını gösterirler. Bir iyilik, bir dinleyen kulak veya yardımcı bir el aracılığıyla, her empati eylemi liderliğin bağlarını güçlendirir ve güven, saygı ve işbirliği kültürü oluşturur.

Sonuç olarak, empati, etkili liderliğin temel taşıdır, liderleri anlama, bağlantı kurma ve şefkatle yönlendirme yolculuğunda rehberlik eder. Gözlem, dinleme, bağdaştırma, bağ kurma ve uzanma prensiplerini benimseyerek, liderler, bireylerin geliştiği ve takımların geliştiği ortamlar yaratırlar. Otantiklik ve insan bağlantısı arzulayan bir dünyada, empati liderin envanterindeki en güçlü araç olmaya devam eder, organizasyonları dönüştürür ve olumlu değişimi teşvik eder.

Zorluklarla Empatiyle Yönelmek: Zorluklar ve belirsizlikler zamanında, empati etkili liderlik için bir kılavuz olarak ortaya çıkar. Gerçek liderler, zorlukların sadece lojistik engeller değil, aynı zamanda takım üyeleri için duygusal yolculuklar olduğunu anlarlar. Empatiyi benimseyerek, liderler bu zorlukları zarafet ve şefkatle aşar, yol boyunca çok ihtiyaç duyulan destek ve anlayış sağlarlar. Bir gerileme, bir çatışma veya bir değişim süreci olsun, empatiyle öncülük eden liderler, takımlarında direnci teşvik eder ve birlik hissiyatını pekiştirirler.

İnovasyon İçin Bir Katalizör Olarak Empati: Empati sadece anlamakla ilgili değil; aynı zamanda inovasyonla ilgilidir. Takım üyeleriyle empati kuran liderler, onların bakış açılarına, ihtiyaçlarına ve arzularına benzersiz bir içgörü kazanırlar. Bu derin anlayış, liderlerin büyüme ve gelişme fırsatlarını belirlemelerine olanak tanır. Empati kültürünü besleyerek, liderler, bireylerin fikirlerini paylaşmaya ve risk almaya teşvik edildiği bir ortam oluştururlar, böylece organizasyonel inovasyon ve başarıyı sürdürürler.

Çeşitlilik ve Dahililikte Empati: Günümüzün çeşitli ve çok kültürlü işyerlerinde, empati çeşitliliği ve dahililiği teşvik etmede hayati bir rol oynar. Gerçek liderler, farklı bakış açılarının ve deneyimlerin değerini tanırlar ve her sesin duyulduğu ve saygı gördüğü ortamlar yaratmaya çalışırlar. Empatiyi benimseyerek, liderler, her türlü arka plandan gelen bireylerin benzersiz yeteneklerini ve içgörülerini katkıda bulunabileceği bir bağlılık ve kabul hissiyatı oluştururlar. Bu empatiye olan bağlılık, sadece takımları güçlendirmekle kalmaz, aynı zamanda inovasyonu teşvik eder ve organizasyonel performansı artırır.

İşyeri Dışında Empati: Son olarak, empatinin etkisi işyerinin sınırlarının çok ötesine uzanır. Gerçek liderler, müşteriler, müşteriler ve geniş toplulukla etkileşimlerinde empatinin önemini anlarlar. Empatiyle öncülük ederek, liderler, güven, sadakat ve iyi niyet inşa eder, kuruluşun itibarını artırır ve uzun vadeli ilişkileri teşvik ederler. Kurumsal sosyal sorumluluk girişimleri veya günlük etkileşimlerde iyilik yapmak olsun, empatiyi önceliklendiren liderler, olumlu değişim ve etki bırakma mirasını bırakırlar.

Özetle, empati sadece bir liderlik özelliği değil; bir yaşam tarzıdır. Empatiyi benimseyen liderler, güven ilham eder, bağlantıyı teşvik eder ve organizasyonlarında ve topluluklarında pozitif değişim sağlarlar. Modern dünyanın karmaşıklıklarını yönlendirirken, empatinin en güçlü aracımız olmaya devam ettiğini unutmayalım, daha aydınlık, daha şefkatli bir gelecek inşa etmek için.

BİR DÜŞÜNSEL YOLCULUK

Size bugün kitabını okuduğumda beni derinden etkileyen bir yazar için yazacağım. Hayattan çıkardığım önemli derslerden biridir. Japon edebiyatının zirvesi olarak kabul edilen Natsume Soseki’nin hayatı, sıradan bir yazarın ötesine geçer. Damian Flanagan’ın derinlemesine keşfiyle, geleneksel anlatıların ötesinde daha psikolojik olarak karmaşık ve dalgın bir Soseki buluruz. Soseki, çılgınlık ve umutsuzluk arasında sallanan bir adam olarak karşımıza çıkar, yazın yolculuğu, yedi perdelik bir sinematik başyapıt gibi fırtınalı bir psikodramaya dönüşür.

Soseki’nin hikayesi sinematik dünya ile iç içe geçer, Sergio Leone’nin epik “Bir Zamanlar Amerika’da” filmiyle paralellikler çizer. Leone’nin filmi sanatsal bütünlüğün bir parabolu olarak Soseki’nin yaşamı, yaratıcı özerkliğin mücadelesine bir şahit olur. Soseki’nin yolculuğu, Londra’da Thomas de Quincey’nin “Bir İngiliz Afyon Bağımlısının İtirafları” ile karşılaşmasıyla başlar. De Quincey gibi, Soseki afyonla dolu rüyalarda huzur ve ilham bulur, kendini keşif ve sanatsal bağımsızlık arayışına çıkar.

Soseki’nin edebi etosunun özü, “jiko honi” kavramında yatar, yani dünyanın bireyselleştirilmiş kavramlaştırması. Gelenek ve uyumla şekillenen bir toplumda, Soseki dışsal yönetmeliklerin önünde kişisel vizyonun önceliğini cesurca savunur. Hükümet müdahalesini ve akademik ödülleri reddeder, sanatçının sesinin egemenliğini ve bireysel okurun özerkliğini destekler.

Soseki’nin kurum baskısına ve toplumsal normlara karşı direnişi, sanatsal bütünlüğe derin bir bağlılığın sembolüdür. İlkelerini kişisel huzursuzluk bedeliyle bile sorgulamaması, onun gerçeğin ve otantikliğin peşindeki kararlılığının vurgulanmasını sağlar. Politik çalkantılar ve kültürel uyumun hüküm sürdüğü bir dünyada, Soseki özgür düşünce ve entelektüel direnişin bir işareti olarak kalır.

Ancak, Soseki’nin mirası edebi başarılarıyla sınırlı değildir. O, muhalefetin ve entelektüel özgürlüğün sembolü haline gelir, gelecek kuşakları otoriteyi sorgulamaya ve mevcut düzeni sorgulamaya teşvik eder. Onun etkisi, akademik kurumların koridorlarından, hükümet salonlarına ve tüm dünyadaki okuyucuların kalbine kadar uzanır.

Soseki’nin fırtınalı yolculuğunu düşündüğümüzde, edebiyatın sınırları aşabilen ve bireysel düşüncenin alevlerini tutuşturabilen kalıcı gücünü hatırlıyoruz. Uyumun egemen olduğu bir dünyada, Soseki’nin sesi, kendimize sadık kalmak ve geleneksel sınırların ötesinde hayal etmeye cesaret etmenin önemini hatırlatır.

Sonuçta, Soseki’nin afyon rüyaları belki de erken ölümüyle sona ermiş olabilir, ancak mirası insan hayal gücünün mağlup edilemez ruhunun bir nişanesi olarak yaşar. Bir Sergio Leone başyapıtındaki karakter gibi, Soseki’nin hikayesi hala devam ediyor, her yeni ortaya çıkan gerçeklik, onun gizemli kişiliğine derinlik ve karmaşıklık katıyor. Değişen edebiyat ve kültür manzarasında gezinirken, Soseki’nin sanatsal bütünlük ve bireysel özgürlük konusundaki kararlılığından ilham alalım.

Natsume Soseki’nin kalemi, Japon edebiyatının zirvesine ulaşan nadir bir yetenektir. Eserlerinin derinliği ve çeşitliliği, onu çağının ötesinde bir yazar yapar. Soseki’nin en tanınmış eserlerinden biri, “Kokoro” adlı romanıdır. Bu eser, modern Japon toplumunun karmaşıklığını ve insan ilişkilerindeki derin duygusal dinamikleri inceler. Ana karakterlerin içsel çatışmaları ve duygusal yalnızlıkları, Soseki’nin insan psikolojisine dair derin anlayışını gösterir.

Diğer bir önemli eseri ise “Botchan”dır. Bu roman, genç bir öğretmenin küçük bir kasabada yaşadığı deneyimleri anlatır. Soseki, karakterler arasındaki çatışmaları ve toplumun sınıfsal dinamiklerini ustalıkla işlerken, mizahi bir üslupla okuyucuyu eğlendirir.

Soseki’nin “I Am a Cat” adlı eseri, sıradan bir kedinin bakış açısından insan toplumunu gözlemleyen benzersiz bir yapıttır. Bu eser, Japon toplumunun çeşitli kesitlerini ele alırken, Soseki’nin keskin gözlem yeteneği ve mizahi dokunuşuyla dikkat çeker.

Son olarak, “Sanshirō” adlı romanı, genç bir adamın şehirden kırsal bir kasabaya taşınmasıyla yaşadığı kültürel çatışmayı anlatır. Soseki, modernleşme sürecindeki Japon toplumunun zıtlıklarını ve çatışmalarını ustalıkla ele alır, okuyucuyu karakterin iç dünyasına çeker.

Natsume Soseki’nin eserleri, sadece Japon edebiyatının değil, dünya edebiyatının da en önemli yapıtları arasında yer alır. Onun derinlikli bakış açısı ve insan doğasına dair hassasiyeti, okuyucuları daima etkilemeye devam edecektir.

Ben bu kitaplardan ilk olarak “I Am a Cat” ile tanışmıştım. Natsume Soseki’nin 1905 yılında yayımlanan “Ben Bir Kedi’yim” adlı romanı, Japon edebiyatının en önemli eserlerinden biri olarak kabul edilir. Roman, Tokyo’da yaşayan bir kedinin gözünden insanların tuhaf davranışlarını ve çelişkilerini gözlemlemesi üzerine kuruludur. Soseki, eserde insan doğasının karmaşıklığını ve toplumsal normların yarattığı baskıları incelerken, aynı zamanda bir kedinin saf ve meraklı bakış açısını kullanarak derinlemesine bir analiz sunar.

Hikaye, bir kedinin ev sahibi olan efendiye ve çevresindeki diğer insanlara olan bakış açısından anlatılır. Kedi, insanların garip alışkanlıklarını, duygusal çatışmalarını ve toplumsal normların getirdiği sınırlamaları gözlemleyerek okuyucuya derin bir iç görü sunar. Ancak kedinin bakış açısı sadece insanları değil, aynı zamanda kendi türünün davranışlarını da yansıtır, bu da okuyucuya hem insan hem de hayvan doğasının benzerliklerini ve farklılıklarını düşündürür.

“Ben Bir Kedi’yim”, Natsume Soseki’nin mizahi ve ironik üslubunu sergilerken, aynı zamanda derin düşünce ve duygusal yük taşıyan bir yapıt olarak da öne çıkar. Roman, modern Japon toplumunun karmaşıklığını ve değişimini ele alırken, insanın varoluşsal sorgulamalarına da ışık tutar.

Natsume Soseki’nin “Ben Bir Kedi’yim” adlı eseri, sadece Japon edebiyatının değil, dünya edebiyatının da önemli yapıtları arasında yer alır. Kedinin gözünden insan doğasının ve toplumsal ilişkilerin incelikli bir portresini sunan bu roman, okuyucuları hem güldürür hem de düşündürür.

Soseki’nin eseri, Japonya’da olduğu kadar uluslararası alanda da geniş bir okuyucu kitlesine ulaşmıştır. Onun derinlikli bakış açısı ve mizahi üslubu, edebiyatseverleri yıllarca etkilemeye devam edecektir.

İş hayatımda özellikle yönetici olduğum dönemlerde tüm ekibimi, tüm ekip arkadaşlarımı, Soseki’nin kedisinin gözünden incelemeye özen gösterdim.

Bitcoin 101: What Problem Does Bitcoin Solve?

Murat Karamüftüoğlu

18.04.2024

Use Case 1. Peer-to-Peer Value (Money) Transfer

This is the basic problem bitcoin solves, and arguably the foremost. Peer-to-peer means there is no intermediate agent, be it a person, bank, or another kind of organization between the sender and the receiver of the transaction. Both ends of the line are free in their monetary expression; they can put their money where their mouth is, so to speak. Self-custody is the keyword here, i.e., holding one’s funds in a personal wallet that can only be spent by the holder of the wallet. This way sovereignty, that is, full control and ownership of the funds is ensured. It is important to note that bitcoin is a commodity, not a “I-owe-you” promise that involves a counterparty. There is no counterparty risk associated in transferring bitcoin between two peers.

Bitcoin is the only “open” and permissionless monetary network, all other money rails used in banking, including, SWIFT used international financial transactions, as well as point of purchase payment processing networks used in retail shopping, are all propriety, in other words, private, therefore, “closed”. 

Peer-to-peer, i.e., decentralised nature of bitcoin, makes it the only censorship and sanction resistant monetary network. Think of the freezing of bank accounts of the Canadian truckers and their supporters by the Canadian government, who were protesting Covid-19 restrictions, and you would appreciate the freedom of transacting empowered by bitcoin. Many people, companies and even nations are sanctioned for various reasons, often political,  and one would agree the vital importance of an open permissionless monetary network that protects the freedom of how one uses his/her money.

Another real life example of this use case is the US gold confiscation bill of April 5, 1933 signed by President Franklin D. Roosevelt during the Great Depression. It required all individuals and entities in the United States to turn in their gold and gold certificates to the Federal Reserve in exchange for paper currency.

This much should be enough, but one can go on to mention of the plight for financial inclusion of the “unbanked”, who are as obvious beneficiaries of a permissionless peer-to-peer monetary network which enable them to become their own personal banks. As anyone could be the target of corporate or government sanction or cancellation, everyone is a potential beneficiary of bitcoin.

Use Case 2. The Cantillon Effect


The Cantillon effect is an economic concept named after the 18th-century economist Richard Cantillon. It describes the observation that when new money is injected into an economy, prices change unevenly rather than propagating uniformly throughout the economy. This phenomenon occurs because the new money does not reach and affect all individuals and sectors equally. Instead, its effects ripple through the economy in a non-uniform manner, impacting different groups and sectors at different times and to varying degrees.


In the context of today’s economics, the Cantillon effect describes the phenomenon where those who gain access to cheap money earliest, benefit the most from its injection into the system. Companies and individuals who can borrow cheaply, often for extended periods at near-zero rates, tend to use these funds to purchase assets like stocks and real estate, thereby inflating their prices disproportionately. Conversely, those who access the money later and at higher interest rates lose out the most.


Most arguments in favour of a fixed money supply regime, such as that of bitcoin, emphasise the undesirable inflation of highly sought-after assets, such as stocks, caused by the Cantillon effect. When a company buys back its own stocks, it typically does so by borrowing money. Stock buybacks using inordinately cheap credit lead to an artificial increase in the company’s stock price, effectively boosting stock prices without necessarily improving their underlying fundamentals or profitability. It is estimated that most of the investments into big tech companies, in some cases, as much as 9 dollars in every 10, came from central bank money printing spree during the great monetary easing program started in the aftermath of the financial crisis of 2008-9.

Use Case 3. Triffin’s Dilemma

This is one of the most fascinating economic phenomena. Named after the Belgian-American economist Robert Triffin who described the phenomenon in the 1960s, it refers to the inherent conflict of interests faced by countries whose national currency serves as the global reserve currency. The conflict arises because the country serving as the global reserve currency must supply enough of its currency to international markets to meet global demand, which can lead to devaluation of the value of its currency and domestic economic instability.

There are two main ways for a currency to become an international reserve: Overseas military expenditure and importing more goods than it is exporting. This is because a country who aims to dominate money markets has to find a way of supplying its currency, in the present case, the US dollars, to other national markets by running a trade deficit with them.

The US did this first by spending cash in wars fought in Vietnam and elsewhere, and maintaining hundreds of military bases around the world. Following the Vietnam War, it shifted focus by offshoring its manufacturing sector and importing significant quantities of goods, particularly from countries like China. Military expenditures and trade activities contributed to the integration of the US dollar into global financial systems and transactions, solidifying its status as a dominant reserve currency. The offshoring of the manufacturing sector also served the interests of large corporations, who sought to save on labour costs. However, it resulted in the devastation of the US industrial base and its social fabric. Michael Hudson’s book “Super Imperialism: The Origin and Fundamentals of U.S. World Dominance” delves into the complexities of this phenomenon.

The best candidate for a new international reserve currency is bitcoin, as it is politically neutral and mathematically guaranteed to be secure, unchangeable, and uncensorable. For this reason, it is a perfect “peace” currency that eliminates the need for trust between international actors, potentially helping to mitigate militarism and conflicts.  Furthermore, neither the US nor any other country possesses the economic capacity required to serve as the world’s reserve currency any longer. Natural selection will inevitably propel bitcoin into the position of the world’s reserve currency eventually. The only positive future prospect for the Americans, and indeed everyone else, lies in the hope that bitcoin will replace the USD as the reserve currency sooner rather than later. This shift would help restore peace and prosperity to the US in the long term, contrary to the propaganda spread by bankers and the military-industrial complex.

Use Case 4. Energy Optimisation and Management

One criticism levelled against bitcoin is that it consumes too much energy. However, this assertion is baseless for several reasons. Firstly, anything that performs useful work requires energy, and bitcoin indeed fulfils a useful purpose, as outlined briefly in the use cases in this section. Bitcoin does not use excessive energy; rather, it uses precisely as much as necessary to maintain a secure, permissionless monetary network.

Moreover, an increasingly larger proportion of bitcoin’s energy consumption is sourced from renewable, underutilized, or untapped and wasted sources. This trend is not driven by a moral imperative but rather stems naturally from the competitive nature of bitcoin mining. Miners are incentivized to seek out cheap energy sources, leading them to gravitate towards renewable and underused sources as they offer a competitive advantage. Note that energy constitutes over 80% of the cost of mining operations.

Bitcoin mining is filled with ingenuity and creativity. Miners, driven by profit motives, are finding new ingenious ways of tapping into cheap off-grid energy sources, such as methane emitted by landfills and water treatment plants, and produced as a by-product of oil extraction. . Note that, methane is more polluting than that of CO₂. When crude oil is extracted and refined, gas builds up and pressurizes the processing equipment. This “flare gas” is usually directed to a facility where it can be repurposed for generating electricity to be used in bitcoin mining

Bitcoin mining operations can be quickly turned on or off, enabling them to assist in balancing the load on the power grid, which is a considerable problem. They can shut down during periods of high demand and resume operations during times of lower demand and prices. This is especially useful in balancing load from renewable sources such as wind and solar.

Use Case 5. Eliminating Boundaries and Increasing Transparency in Financial Intermediaries

Bitcoin’s removal of intermediaries has profound implications for the financial system. Traditionally, financial transactions require intermediaries like banks or payment processors to facilitate and validate transactions. These intermediaries not only add costs but also introduce complexities and vulnerabilities such as censorship, delays, and security risks. With bitcoin, transactions occur directly between users on a decentralized network. This decentralized nature ensures that transactions are peer-to-peer, transparent, and resistant to censorship or control by any single entity.

The transparency aspect needs to be emphasised. All transactions are logged in immutable bitcon ledger. All transactions have associated public keys of the senders and receivers, which provides transparency while maintaining a degree of anonymity. No other identification is used in the transactions apart from the public keys of the users. This ensures a level of privacy while also maintaining transparent accountability for the funds available in the system. This property of bitcoin not only makes it an honest accounting ledger but also reduces the likelihood of its use in illegal activities, contrary to portrayals often propagated by the media.

Many aspects of finance, including loans and credit, have the potential to become fully decentralized, automated, and transparent by adopting a decentralized base layer of money. Transparency here is also of paramount significance. Bitcoin transactions settle approximately every 10 minutes on the base asset layer. This means that settlement is final, and there is no counterparty risk because bitcoin is not an “I-owe-you” promise; it is a commodity. In the fiat money world, base layer settlements take days or weeks. This delay is often due to the need for multiple intermediaries, regulatory requirements, and batch processing. There is no way for general public to know exactly how much asset a bank or a traditional finance institution holds. Bitcoin provides a transparent and publicly verifiable ledger of transactions which removes uncertainties stemming from lack of transparency and slow settlement rates. I encourage interested readers to explore this topic further, as it is a vast and diverse subject and abundant online resources are available.

Use Case 6. The Internet of Things

There is also coming of age of the Internet of Things (IoT). In such a scenario where avatars, robots, self-driving cars, and other autonomous agents interact and transact independently, there will be a growing need for frictionless cross-border money systems tailored to their unique requirements.

IoT has seen significant development and adoption in recent years. Industries such as healthcare, manufacturing, agriculture, transportation, as well as smart city concepts, have embraced IoT enabled technologies to improve efficiency, productivity, and decision-making processes. National currencies are cumbersome to use over the borderless Internet, and physical gold cannot be transmitted digitally. Bitcoin, therefore, emerges as a natural and native currency for such purposes. This alone is enough to make bitcoin indispensable in future world economy.

The Current State of Affairs

We could say that the current state of the art has fully solved only the peer-to-peer money transfer problem, with the exception of cases when the fiat value of the transferred bitcoin is very small, leading to prohibitive network fees, and the network is congested. At various points in bitcoin’s history, we have witnessed double-digit network fees in USD. Second and third layer technologies like Lightning, Liquid, and Fedimint that dramatically reduce  transaction fees and increase the network throughput are promising solutions. However, it appears that any solution that increases the throughput depends on striking a balance between decentralization and efficiency. Increase in one leads to decrease in the other.

As many in the space rightly point out, a layered approach where bitcoin serves as the base money layer with full decentralization is fundamentally the correct approach. Layers built on top of the bitcoin network do not necessarily need to be as decentralized. However, there are still many discussion points that need to be settled for a layered architecture to fully take off.

As a summary, it can be concluded that while use case 1, which involves peer-to-peer money transfer, is fully realized for most practical purposes, use cases 2 to 6 above are realised to varying degrees. The successful realisation on these use cases depends on the future level of adoption of bitcoin, specifically, the size of the user base of the bitcoin network.

How Does Bitcoin Do The Above?

To maintain a decentralized ledger of transactions that does not depend on any central or external mechanism is a tremendous challenge. In computer science, this problem is referred to as the Byzantine Generals’ problem, alluding to the battlefield dilemma of how to organize a unexpected coordinated attack and ensure that the coordination does not require trust between the participating parties. In other words, it’s about ensuring that none of the participants can leak information to the enemy, betraying the others taking part in the operation.

In the case of a public ledger, the challenge is how to ensure that transactions between two peers are recorded in a common ledger, and that both parties agree that the transaction took place and cannot be altered once recorded in the ledger, thus solving the “double spending problem”, i.e., the risk of spending the same digital currency unit more than once. This is akin to the generals’ problem above in that no trust should be required between the participants in the system. Certainly, delving into the complete technical details of how bitcoin solves the Byzantine Generals’ dilemma would necessitate a separate paper or book. Here, we’ll provide a brief overview of some of its fundamental features.

One of the mechanisms for maintaining a trustless consensus is to require participants to invest physical resources (computing power and energy) to undertake the task of bookkeeping. In return for their work, the bookkeepers or “miners”, are rewarded with the native unit of value of the system, i.e., bitcoin. This is known as “proof-of-work”. Proof-of-work ensures that the miners have a strong incentive to remain truthful and not manipulate the ledger arbitrarily. Investing physical resources is essential for decentralization and security, as no other form of investment would provide the same level of protection against centralization and manipulation.

In proof-of-work, miners use specialised chips optimized to solve a cryptographic puzzle that demands significant computing power, energy, and technical expertise. To overtake or hack the system, a malicious actor would need access to a substantial number of physical chips and energy, resources that are not readily available to anyone at a moment’s notice, even if they had the financial means to acquire them. This is why the alternative mechanism of “proof-of-stake,” where participants lock in a substantial amount of monetary funds, is not as secure or decentralised. Financial resources can be mobilized at a moment’s notice, whereas physical chips and the energy to run them cannot. In other words, the security of a decentralized ledger cannot be guaranteed with fiat currency but relies on physical resources like computer chips and energy.

One fascinating aspect of bitcoin is that by design it does not rely on any external source of information, including, a clock to keep time. This poses one of the greatest design challenges for any computer system: how to divide work in time. In the case of a ledger like bitcoin, this means to how to divide transactions into blocks of time. It is likely for this reason that, in the latest published Satoshi emails, Satoshi seems to prefer referring to the underlying architecture as a “timechain” rather than a “blockchain.”

The way bitcoin ensures that timechains, or blocks of chronologically ordered transactions, are created at regular intervals is by adjusting the total computing power amassed by the system in relation to the cryptographic difficulty. In the context of bitcoin mining, cryptographic difficulty refers to the level of complexity involved in solving the cryptographic puzzle required to add a new block of transactions to the ledger. This difficulty is adjusted periodically by the protocol to ensure that new blocks are mined at a relatively constant rate, of every 10 minutes on average.

The difficulty level is dynamically adjusted based on the total computational power (hash rate) of the network, ensuring that blocks are neither added too quickly nor too slowly. When the total hash rate of the network increases, the cryptographic puzzle becomes more difficult, and vice versa; when it decreases, it becomes easier. In this way, bitcoin maintains a slightly variable pulse, resembling more to an organic heart than a mechanical clock. This dynamic pulse ensures the steady creation of new blocks, embodying the decentralized and organic nature of the bitcoin network, all without the need of an external clock.

What Bitcoin Is Backed With?

Bitcoin’s security and value are backed by the energy and computing power expended in its mining process, that is, by real, physical resources that contribute to the network’s decentralised nature and security.

The current (as of 6 April 2024) Bitcoin Network Hash Rate is about 640 Ehash/s, that is 640 exahashes per second. An exahash represents one quintillion (1018) hashes per second, a tremendous amount of computational work performed by mining hardware within a single second. Assuming a high-end laptop computer can do 10 million hashes/s, to match the current hash rate of the bitcoin one needs to put together 64 trillion laptops. To give an idea, it is estimated that there are around 2 billion desktop and laptop computers in the world today.

In 2023 annual energy consumption of the Bitcoin network is estimated to be 120 terawatt-hours (TWh), that is, 120 trillion watt-hours of energy over the course of a year. This is roughly equivalent to the annual energy usage of 11.27 million US households.

Ultimately, however, bitcoin’s value is in its utility, particularly, in its ability to facilitate permissionless, transparent and decentralized peer-to-peer money transfers. All of the use cases discussed above contributes to its real value, and I may have missed quite a few others. It must be said however that above all bitcoin’s value stems from its dedicated community of developers, users, and node operators that run the bitcoin protocol on their local machines.

Game-Theoretic View of Bitcoin

Bitcoin revolves around the competition for value. On an individual and corporate level, miners compete for rewards by investing in more computing power at lower energy costs, developers compete to offer new use cases and improve user experience, and investors compete to accumulate bitcoins. These competitions often constitute a zero-sum game, where one person’s loss translates to another’s gain. This is all possible as bitcoin offers real utility and real-world use cases.


At the country level, various countries have attempted to ban bitcoin mining and trading for various reasons. Some of these reasons were related to the financial situation of a given country and its foreign trade regime. Others attempted to ban bitcoin because it upset the existing financial status quo, threatening established privileges.

In almost all cases, the bans were only partially enforceable, as it takes two parties to engage in a bitcoin transaction. As long as there are individuals willing to trade, bitcoin provides a solution that no other monetary network can, making it virtually impossible to prevent a bitcoin transaction from occurring. At the international level too, the name of the game is zero-sum. Since, bitcoin provides real value to people and businesses, if one country bans it, another country takes advantage of the situation. One country’s loss becomes another’s gain, as evidenced by China’s ban on bitcoin mining in 2021. Within weeks, mining operators packed up their machines and relocated to new bitcoin-friendly jurisdictions with plentiful energy resources, and paid their fees and taxes there.

What Are The Threats?

Arguably, most of the potential existential threats have been left behind after 15 years of uninterrupted operation of the bitcoin network. No major economy has managed to completely ban it, although there have been various attempts to restrict its use through regulatory measures or by defaming it. However, both legal and media attacks so far have not caused major damage other than slowing its wider adoption. With Wall Street investment in Bitcoin via Exchange-Traded Funds (ETFs) since 2024, various other ETFs already trading around the world, and a Hong Kong ETF on the horizon, a blanket ban is practically out of the question.

There are, however, still various legislative efforts in the US and elsewhere aimed at restricting bitcoin use, including proposals for KYC-type requirements for miners and bitcoin-related software developers, a proposed 30% tax on bitcoin mining, and the possibility of a ban on private bitcoin custody, i.e., personal wallets.

More concerning is the reported cases of legal action taken against software developers for the type of software they create. This is alarming to say the least, and raises important questions about freedom of speech and expression in the digital realm. Historically, software development has often been considered analogous to speech, enjoying certain protections and freedoms from direct interference by regulatory authorities in many parts of the world. We cannot, therefore, rule out the possibility of regulatory attacks directly aiming to change or regulate the bitcoin protocol itself in the current political climate worldwide. That would be the ultimate existential threat to bitcoin.

The bitcoin phenomenon is primarily a social one, which makes it exceedingly complicated not only on technological but also cultural and political levels. Political attacks don’t just come from external sources or governments; they can also originate within the community itself.

The famous block size war of 2016 is a notable event within the bitcoin community, characterized by significant debate and conflict over proposals to change the size limit of blocks on the bitcoin blockchain. One side advocated for an increase in block size, comprising major players such as miners and exchanges. On the other side were core developers and node creators, responsible for running the bitcoin protocol and validating blocks. Initially, it appeared that the side favouring an increase in block size would prevail due to its support from most miners and exchanges. However, the seemingly weaker side of developers and tens of thousands of node operators ultimately emerged victorious, thanks to the decentralized nature of bitcoin, which empowered the defenders of the bitcoin protocol—the node operators.


The bitcoin community has moved beyond the first major civil war, but now faces another conflict, though arguably at a less than existential level. This time, the conflict centres on whether non-monetary data should be allowed to be recorded in the blockchain, considering the ongoing need to optimize the total size of the bitcoin blockchain — welcome to “Bitcoin NFTs or Ordinals”: The Bitcoin Ordinals represent a concept similar to non-fungible tokens (NFTs) that exist on Ethereum and a number of other blockchains. The Ordinals utilises satoshis, which are the smallest units of the currency to embed digital content such as artwork onto the bitcoin blockchain. Supporters view it as a meaningful application that could facilitate broader adoption, whereas detractors see it as a form of spam.

This recent incident underscores the social aspect of bitcoin. Like any social phenomenon, bitcoin is a dynamic living system shaped by the collective actions and interactions of individuals, not a lifeless machine. Consequently, both internal conflicts and external attacks are likely to persist as long as it remains alive. In my view, the detractors of the ordinals are essentially right. The primary purpose of bitcoin is to facilitate monetary transactions. Recording art or whatnot on the blockchain can, therefore,  be viewed as, at best, noise and, at worst, a form of covert sabotage.

Let me rewind from the far future to the recent past. The risk of a 51% attack, popular idea until a few years ago, has become unrealistic given the current hash power of the network. Bitcoin operate on a decentralized and distributed basis, the integrity and security of transactions rely on a majority consensus among network participants. In the 51% attack scenario, a single entity gains control of more than half of the network’s mining power. With this majority control, the attacker could potentially manipulate transactions or prevent new transactions from being confirmed while they have control, or even reverse past transactions to rewrite the history of the blockchain. However, executing a 51% attack on bitcoin is extremely difficult and would require a massive amount of computing power and resources given the current hash rate of the network discussed earlier.

Even if an attacker were to amass enough computational power to control the majority of the network’s hash rate, they would still face significant challenges. While the attacker may have majority control over the network’s computing power, they do not necessarily control the majority of the network’s nodes. Nodes are operated by various individuals and organizations, and if they recognize the attack and refuse to accept the altered chain as valid, they can collectively reject it, since a compromised ledger is a useless one, and node operators would not, in all probability, choose to let their assets become worthless. In other words, in all likelihood majority of the nodes would reject the comprised blockchain and stick with the original. This scenario is referred to as a “fork” in the blockchain, where the network splits into two separate chains, one following the attacker’s altered chain and the other sticking with the original chain. Undoubtedly, rational bitcoin investors would do the same – rejecting the comprised chain and accepting the original as true bitcoin.

The fear that quantum computers could break the cryptographic security is similarly unrealistic, as quantum computers are many years, if not decades, away from practical deployment. Furthermore, such an advancement would threaten not only bitcoin but also all civilian and military systems, including traditional banking and nuclear power plants, as well as nuclear arsenals. Undoubtedly, new cryptographic measures are being developed to counter such future risks.


The transaction throughput is another area of concern. As discussed earlier, there are solutions already in place to help scale bitcoin to hundreds of millions of daily users. However, as mentioned, these solutions may not satisfy all bitcoiners who would like to see more decentralisation on all levels. While not existential, this is an area that needs to be monitored closely.

According to most experts, one possible black swan event is the appearance of an unforeseeable bug in the core bitcoin code during its future development. While Bitcoin development is extremely cautious and conservative, and the code is open-source, being meticulously checked by hundreds of software engineers, a bug is always a possibility in any software development process. Though it is a very small probability, should such a bug occur, it is likely that it would not be irreversible. Bitcoin could even reboot itself from ground if no other solution could be found in the case of such an event.

TÜRKİYE’NİN ENERJİ GELECEĞİ İÇİN YOL HARİTASI: LİTYUM-İYON PİL ÜRETİMİ VE YENİLENEBİLİR ENERJİ STRATEJİLERİ

PİL HÜCRESİ ÜRETECEK GİGA FABRİKALARI

PİL MODÜLÜ VE PAKET DÜZENEĞİ YATIRIMLARI

PİL İÇİN MAKİNE VE TESİS ÜRETİCİLERİ

PİL GERİ DÖNÜŞÜM TESİSLERİ

PİL HÜCRESİ BİLEŞENLERİ ÜRETECEK TESİSLER

KALİTE GÜVENCESİNİ SAĞLAYACAK TESİSLER

PİL TEST MERKEZLERİ

PİL YENİLEME TESİSLERİ

YENİ NESİL PİL TEKNOLOJİLERİ ARGE MERKEZLERİ

AKÜ FUARLARI VE KONFERANSLARI

HÜCRE KİMYASI VE BİLEŞENLERİ ÜRETENLER

PİL MALZEMELERİ ÜRETİCİLERİ

Avrupa’da planlanan bu üretim tesisleri tam kapasiteye ulaştığında 1900 GWh pil üretimi yapacaklar. Bu haritalarda tek eksik farkındaysanız Türkiye’de tek bir yatırım olmadığı gibi GE gibi bir devin yenilenebilir enerji üreten fabrikasını kapatıp ülkeden çıkması bile ses getirmedi. Kimsenin konuşmadı, tartışmadı. Öylesine seyrediyorlar çok bilmişler.

 Avrupa’nın Lityum-İyon Pil Üretim Haritası: Enerji Geleceğine Yolculuk

Avrupa, enerji dönüşümüne liderlik etmek için büyük adımlar atıyor ve bu yolculukta lityum-iyon pil üretimi önemli bir rol oynuyor. Lityum-iyon piller, elektrikli araçlar, yenilenebilir enerji depolama sistemleri ve taşınabilir cihazlar gibi birçok alanda kullanılmaktadır. Avrupa’nın bu alandaki yatırımları ve projeleri, bölgeyi küresel bir lityum-iyon pil üretim merkezi haline getirme hedefini desteklemektedir. Ancak, Türkiye’nin bu alandaki faaliyet eksikliği ve yenilenebilir enerji sektöründeki zorluklar, endişe vericidir. Bir de üstüne, GE gibi büyük bir firmanın Türkiye’de rüzgar kanadı üretim yapan fabrikasını kapatması , ülkenin yenilenebilir enerji ekipmanları imalat potansiyelini ve yatırım çekme kabiliyetini zedelemiştir.

Avrupa’nın Lityum-İyon Pil Üretim Haritası:

Avrupa genelinde lityum-iyon pil üretimi için birçok proje planlanmış veya uygulanmıştır. Bu projeler, farklı ülkelerde ve şehirlerde çeşitli markalar tarafından gerçekleştirilmektedir. Toplam yıllık üretim kapasitesi hedefi 1900 GWh olarak belirlenmiştir. Bu, Avrupa’nın lityum-iyon pil üretimindeki ciddiyetini ve potansiyelini göstermektedir.

Almanya, Fransa, İsveç, Finlandiya ve Norveç gibi ülkeler, bu alandaki öncü konumlarını güçlendirmektedir. Büyük şehirlerde, Stuttgart, Berlin, Stockholm gibi merkezlerde üretim tesisleri planlanmış veya faaliyet göstermektedir. Ünlü markaların yanı sıra, yeni girişimler de bu alandaki büyümeyi desteklemektedir.

Türkiye’nin Durumu:

Türkiye’nin lityum-iyon pil üretimindeki eksikliği ve yenilenebilir enerji sektöründeki zorlukları, dikkat çekicidir. Birçok faktör, Türkiye’nin bu alanda geri kalmasına neden olmaktadır. Öncelikle, ülkenin sınırlı lityum cevheri rezervleri bulunmaktadır. Lityum, bu pillerin temel bileşenlerinden biridir ve üretim için kritik öneme sahiptir. Türkiye’nin bu alandaki kaynak eksikliği, yerel üretimi kısıtlamaktadır.

Ayrıca, Türkiye’nin yenilenebilir enerji ve elektrikli araçlar konusundaki yatırımları, Avrupa geneline kıyasla daha düşüktür. Bu durum, lityum-iyon pil üretimi için gerekli olan altyapı ve talebin oluşmasını engellemektedir. Politik istikrarsızlık ve ekonomik belirsizlik de, uluslararası yatırımcıların Türkiye’ye yönelik büyük ölçekli yatırımlardan kaçınmasına yol açmaktadır.. Rüzgar ve güneş enerjisinde büyük bir potansiyele sahip Türkiye bu potansiyelinden mevzuat ve yatırım izinlerindeki yavaşlık nedeniyle bütünüyle yararlanamamaktadır. Türkiye ve çevresindeki potansiyeli hedefleyerek ekipman üretimi için gelen şirketler umduklarını bulamadıklarından tesislerini kapatma aşamasına gelmişlerdir.  

Geciken ve bir türlü yapılamayan yeni YEKA (Yenilenebilir Kaynak Alanları) ihaleleri, sektörün yatırım planlamasını belirleyememesi sonucunu doğuruyor. Türkiye’nin gerek “2053 Net Sıfır” gerekse Ulusal Enerji Eylem Planı hedeflerine ulaşabilmesi için her yıl 2000 Megavat seviyesinde YEKA ihalesi açması ve yatırımcılara tahsis etmesi gerektiği konunun uzmanları tarafından dile getirilmektedir. (3)

GE’ye bağlı LM Wind Rüzgar Türbinleri Kanat Fabrikasının Türkiye Operasyonlarını Sonlandırılması:

GE gibi dünya çapında büyük bir şirkete bağlı olarak faaliyet göstermekte olan Bergama’da kurulu LM Wind Kanat imalat fabrikasının  Türkiye’deki operasyonlarını sonlandırması, ülkenin yenilenebilir enerji potansiyelini ve yatırım çekme kabiliyetini zedelemiştir.
LM Wind konuya ilişkin basına yaptığı açıklamada :  “Rüzgar sektöründe endüstri genelinde yaşanan zorluklar nedeniyle, Bergama, Türkiye’deki LM Wind Power kanat fabrikamız son birkaç yıldır hacim düşüşü yaşadı ve bu da şirketin tesisi kapatma gibi zor bir karar almasına neden oldu. Etkilenen 540 çalışanımızı desteklemeye tamamen kararlıyız ve onlara kapsamlı kıdem tazminatı ve geçiş yardımları sağlamak için elimizden gelen her eyi yapacağız.”

Bergama fabrikası, LM Wind Power‘ın 2017 yılında GE Yenilenebilir Enerji bünyesine katılmasından sonra 40 milyon euro yatırımla faaliyete geçirdiği ilk yeni kanat üretim tesisi olmuştu. Fabrika, bölgede üretim operasyonlarından teknik mühendislik, servis, yönetim ve destek hizmetlerine kadar çok çeşitli alanlarda yüzlerce yetkin teknik personele iş imkânı sağlıyordu. GE Rüzgar Enerjisi Şirketine bağlı  LM Wind Bergama tesisleri, dünyanın en büyük rüzgar türbini kanat üreticilerinden biri olan Danimarkalı LM Wind’in 15. fabrikası olarak kurulmuştu. (2)

Enerji alanında önemli bir şirketin fabrikasının kapanması  hem mevcut iş gücünü etkilemiş hem de ülkenin yenilenebilir enerji sektöründeki görünümünü olumsuz etkileyebilecektir. . Bu durum, Türkiye’nin yenilenebilir enerji ekipmanlarında dışarıya olan bağımlılığını artırabilir ve uluslararası yatırımcıların güvenini sarsabilir. Ulusal Enerji Eylem Planı’na göre her yıl en az 1500 Megavat rüzgâr enerjisi santrali devreye alması gereken Türkiye, geçen yıl bu hedefin ancak beşte birine ulaşabildi. (3)

Sonuç olarak, Avrupa’nın lityum-iyon pil üretimi alanındaki büyümesi ve Türkiye’nin bu alandaki eksikliği arasındaki uçurum, ülkenin enerji ve ekonomi alanındaki geleceğini etkileyebilir. Türkiye’nin lityum-iyon pil üretimi ve yenilenebilir enerji sektöründeki potansiyelini artırması için bir dizi stratejik adım atması gerekmektedir. 2030 Strateji Planı, bu alandaki kritik öneme sahip maddeleri içermelidir:

  1. Lityum Kaynaklarının Araştırılması ve Geliştirilmesi: Türkiye’nin lityum cevheri rezervlerini tespit etmek ve bu kaynakları ekonomik olarak kullanılabilir hale getirmek için kapsamlı bir araştırma ve geliştirme programı başlatılmalıdır. Bu, yerel lityum-iyon pil üretiminin temelini oluşturacaktır.
  2. Yenilenebilir Enerjiye Yatırımın Artırılması: Türkiye’nin yenilenebilir enerjiye olan yatırımlarını artırması gerekmektedir. Özellikle güneş enerjisi ve rüzgar enerjisi gibi temiz enerji kaynaklarına yapılan yatırımlar, lityum-iyon pil üretimi için gerekli olan yenilenebilir enerji altyapısını oluşturacaktır.
  3. Ar-Ge ve İnovasyonun Desteklenmesi: Türkiye’nin lityum-iyon pil teknolojileri ve üretim süreçleri üzerine Ar-Ge ve inovasyon çalışmalarına önem vermesi gerekmektedir. Üniversiteler, araştırma enstitüleri ve özel sektör işbirliği ile bu alanda yapılan çalışmalar desteklenmelidir.
  4. Uluslararası İşbirliği ve Ortaklıkların Kurulması: Türkiye, uluslararası arenada lityum-iyon pil üretimi ve yenilenebilir enerji konularında işbirliği yapabileceği ülkelerle stratejik ortaklıklar kurmalıdır. Ortak üretim yoluyla yapılacak girişimler  teknoloji transferi, pazar erişimi ve kaynak paylaşımı açısından önemlidir.
  5. Yasal Düzenlemelerin ve Teşviklerin Sağlanması: Türkiye’nin lityum-iyon pil üretimini teşvik etmek için uygun yasal düzenlemelerin yapılması ve teşviklerin sağlanması gerekmektedir. Vergi avantajları, Ar-Ge teşvikleri ve yerli üretimi destekleyici politikalar, sektördeki oyuncuları teşvik edecektir.
  6. Eğitim ve İnsan Kaynağının Geliştirilmesi: Türkiye, lityum-iyon pil üretimi ve yenilenebilir enerji sektöründe çalışacak nitelikli insan gücünü yetiştirmek için eğitim ve meslek edindirme programlarına önem vermeli ve bu alandaki yetenekleri desteklemelidir.

Bu maddeler, Türkiye’nin lityum-iyon pil üretimi ve yenilenebilir enerji sektöründeki potansiyelini artırması ve 2030 Strateji Planı içinde yer alması gereken kritik unsurları temsil etmektedir. Bu adımların atılmasıyla, Türkiye’nin bu stratejik sektörlerdeki rekabet gücü artacak ve sürdürülebilir enerji geleceğine daha etkin bir şekilde katkı sağlayacaktır.

Arkadaşım Ertuğrul Göktepe’nin katkısını olduğu gibi ekliyorum. Türkiye’de böyle bir yatırım olduğundan sayesinde haberim oldu.

Yazıyı okudum ab haritaları süper, eline sağlık çok beğendim Türkiye konusuna gelince borsa istanbul’a kote kontrolmatik iştiraki pomega Lityum-İyon (LiFEPO4) Pil Hücresi ve enerji depolama sistemleri yatırımını geçen yaz tamamladı, Giga diye bir fabrika açtılar, Polatlı’da, 2023 yılının ikinci yarısında 500 MWh kapasite ile faaliyete geçmiş durumda, 2024 yılında yılda 3 GWh kapasiteye ulaşmayı hedefliyor, avrupadakilerin yanında bu elbette ciddi bişey değil, ayrıca aspilsan var biliyorsunuzdur bunu, silindirik pil üretiyorlar, başka var mıydı hatırlayamadım ama 2016-2017 yıllarında biz batarya üreticilerine (mutlu, inci, yiğit vs) gittik, bu işe yatırım yapın, 10 yıl sonra bu iş inanılmaz boyutlara ulaşacak dediğimizde pek ciddiye almadılar şimdi durum ortada. bir de teşviklerle ,ilgili bir yazı var bakanlık hazırlamış ankara için onu paylaşıyorum, selamlar https://www.yatirimadestek.gov.tr/pdf/assets/upload/fizibiliteler/ankara_ili_lityum_iyon_batarya_hucresi_uretim_tesisi_on_fizibilite_raporu-2021.pdf

Bilgiler ve fotoğraflar aşağıdaki bağlantıdan alınmıştır

(2)  Enerji Günlüğü  https://www.enerjigunlugu.net/izmirdeki-ruzgar-turbini-kanat-fabrikasi-kapandi-58308h.htm

(3)  Ekonomim, 17 Nisan 2024 , SERKAN AKSÜYEK, https://www.ekonomim.com/kose-yazisi/lm-wind-power-bergama-fabrikasina-neden-kilit-vurdu-turkiye-ne-kaybetti/738562

NOT : Son güncelleme arkadaşım Murat Erkilet tarafından yapılmıştır.

Bilgiler ve fotoğraflar aşağıdaki bağlantıdan alınmıştır.

NEOM: GELECEĞİN ŞEHRİ OLARAK BİR VİZYON

Suudi Arabistan’ın kuzeybatısında, Kızıldeniz’in kıyısında, görkemli bir vizyon gerçeğe dönüşüyor: NEOM. Prensin liderliğinde, bu devasa projenin hedefi, sadece bir şehir değil, insanın doğayla uyum içinde yaşayabileceği bir bölge yaratmak.

NEOM, 2030 Vizyonu’nun bir parçası olarak doğmuş bir girişimdir. Bu, Suudi Arabistan’ın petrol endüstrisine olan bağımlılığını azaltmayı ve ekonomisini çeşitlendirmeyi amaçlar. Ancak NEOM, sadece bir ekonomik dönüşüm projesi değil, aynı zamanda insan merkezli bir yaklaşımın ve sürdürülebilir bir geleceğin sembolüdür.

10,200 metrekarelik bir alanı kaplayacak olan NEOM, çeşitli şehirler, tatil köyleri ve diğer gelişmeleri içerecek şekilde planlanmıştır. “The Line”, “Oxagon”, “Trojena” ve “Sindalah” gibi projeler, NEOM’un zenginliklerini ve çeşitliliğini yansıtır. The Line, özellikle dikkat çeken bir megakent olacak; 170 kilometrelik bir doğrusal şehir olarak planlanan bu proje, geleneksel şehir yapılarını reddeder ve insanların doğayla uyum içinde yaşayabileceği bir ortam sağlamayı hedefler.

NEOM’un mimari tasarımında dünya çapında tanınmış stüdyolar görev alıyor. Zaha Hadid Architects, UNStudio, Aedas, LAVA ve Luca Dini Design gibi isimler, bu vizyonu gerçeğe dönüştürmek için çalışıyorlar. Ancak, proje sadece mimarlık değil, aynı zamanda sürdürülebilirlik, toplumsal kalkınma ve yenilikçilik alanlarında da öncü olmayı hedefler.

NEOM’un inşaatı için çok iddialı zaman çizelgeleri belirlenmiştir. 2030’a kadar büyük ölçüde tamamlanması planlanan bu proje, yüksek teknoloji ve insana odaklanmış bir yaklaşımla hayata geçirilecek.

NEOM, geleceğin şehirlerinin nasıl olabileceğine dair bir örnek teşkil ediyor. İnsanların doğayla uyum içinde yaşayabileceği, teknolojinin insanın hizmetinde olduğu ve sürdürülebilirliğin en üst düzeyde önemsendiği bir dünya için bir ilham kaynağıdır. NEOM, hayallerin gerçeğe dönüştüğü bir yerdir; burada, geleceği inşa etmek için bir araya gelen insanlar için sonsuz fırsatlar vardır.

NEOM’un büyük vizyonu, aynı zamanda büyük tartışmalara da yol açıyor. Sürdürülebilirlik, yaşanabilirlik ve insan hakları gibi üç temel endişe, projenin tartışmalı hale gelmesine neden oluyor.

Suudi Arabistan’ın insan hakları sicili, ciddi endişelere yol açıyor. Özgürlükler Derneği, ülkeye 100 üzerinden 7 verirken, Amnesty International, ülkenin insan hakları ihlallerini 10 maddelik bir liste halinde yayınladı.

NEOM’un yapılması planlanan bölge, Huwaitat kabilesinin tarihi vatanıdır ve tahminlere göre bu bölgede yaşayan 20.000 kabileyi üyeyi planlanan gelişmeye yer açmak için yerlerinden edilecektir. Abdul Rahim al-Huwaiti adlı bir üye, 2020 yılında bu tahliyeleri protesto etmek amacıyla çevrimiçi videolar yayınladıktan sonra Suudi güvenlik güçleri tarafından öldürüldü. ALQST insan hakları örgütü, NEOM sitesinden 2020 yılında zorla tahliye edilen üç kişinin ölüm cezasına çarptırıldığını rapor etti.

Amnesty International’dan Peter Frankental, NEOM üzerinde çalışan şirketlerin “ahlaki bir ikilemle” karşı karşıya olduğunu ve projedeki devam eden katılımlarını iki kez düşünmeleri gerektiğini söyledi.

NEOM’un geliştiricisi, projenin %100 yenilenebilir kaynaklarla destekleneceği yönünde birçok sürdürülebilirlik iddiasında bulundu. NEOM’un yönetici direktörü Tarek Qaddumi, “The Line’ı refah, yaşanabilirlik ve çevresel korumanın birleştirilmesi için yeni bir ölçüt belirlemek için eşsiz bir fırsat olarak görüyoruz” dedi.

Ancak, NEOM ve özellikle The Line, projenin inşasıyla ilişkilendirilen beklenen gömülü karbonla ilgili eleştirilere maruz kaldı. New South Wales Üniversitesi’nden Philip Old

field, projenin inşasıyla 1,8 milyar ton karbondioksit gibi yüksek bir gömülü karbon miktarının ortaya çıkacağını tahmin etti. Bu, “herhangi bir çevresel faydayı aşan” büyük bir karbon maliyetidir.

Dezeen’e konuşan uzmanlar, aynalı cephe kaplamalarının hayvan ve kuş yaşamı üzerindeki etkisinden de endişe duyduklarını belirttiler.

Yaşanabilirlik konusunda, Bin Salman, The Line’ın “geleneksel düz, yatay şehirleri zorlayacağını ve doğa koruma ve insan yaşanabilirliği için bir model oluşturacağını” belirtti. Ancak, uzmanlara göre, yaşanabilirlik iddiaları şehrin nasıl korunacağına bağlı olacaktır.

Princeton Üniversitesi Mimarlık Yardımcı Profesörü Marshall Brown, “Bu görüntüler, özellikle çok otoriter bir toplumda bile, zaman içinde çok zor bir şekilde korunacak bir derecede kontrolü yansıtıyor” dedi.

NEOM, sadece bir şehir inşa projesi değil, aynı zamanda birçok derin tartışmanın da odağıdır. Ancak, bu tartışmalar, projenin insan merkezli ve sürdürülebilir bir yaklaşımla şekillendirilmesine ve gelecekteki kentsel dönüşüm projeleri için dersler çıkarılmasına da yardımcı olabilir.

Son yıllarda Suudi Arabistan’ın Neom projesi, uluslararası alanda geniş çapta tartışılan bir konu haline geldi. Bu devasa projenin, Suudi hükümeti tarafından insan hakları ihlallerine ve baskıcı uygulamalara sahne olan bir ortamda inşa edilmesi, pek çok insan hakları savunucusu ve aktivisti tarafından eleştiriliyor. Ancak, proje aynı zamanda birçok uluslararası şirketin de dahil olduğu büyük ölçekli bir ekonomik işbirliği fırsatını temsil ediyor.

Neom projesinin Almanya için özellikle önemli olduğu düşünülüyor. Alman şirketlerinin projeye katılması, Alman hükümetinin de projedeki insan hakları ihlalleri konusunda sorumluluğunu arttırıyor. Alman Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock’un Körfez’e yaptığı son ziyarette dile getirdiği gibi, ekonomik işbirliği ile insan hakları ve hukukun üstünlüğü arasında bir denge sağlanmalıdır.

Neom projesinde yer alan Alman şirketlerinin, projenin insan haklarına saygılı bir şekilde yürütülmesini sağlamak için üzerlerine düşen sorumluluğu almaları gerekmektedir. Bu, projenin sadece ekonomik getirilere odaklanmaması, aynı zamanda yerel toplulukların ve çalışanların haklarını da koruması anlamına gelir. Alman hükümeti, Neom projesindeki Alman şirketlerinin insan hakları standartlarına uygun hareket etmelerini teşvik etmeli ve gerektiğinde gerekli önlemleri almalıdır.

Neom projesi, uluslararası arenada Suudi Arabistan’ın insan hakları politikalarını etkileme fırsatı sunabilir. Uluslararası toplumun, projenin insan hakları ihlallerine karşı net bir tavır alması, Suudi hükümetini projeyi insan haklarına saygılı bir şekilde yürütmeye zorlayabilir. Ancak, bu süreçte Almanya gibi projede yer alan ülkelerin de aktif bir rol oynaması ve insan haklarına saygılı bir ortamın sağlanması için çaba göstermesi önemlidir.

Sonuç olarak, Neom projesi, Almanya gibi uluslararası aktörler için önemli bir test olabilir. Ekonomik çıkarlar ile insan hakları ve hukukun üstünlüğü arasında bir denge kurulması gerekmektedir. Alman hükümeti ve şirketleri, projenin insan haklarına saygılı bir şekilde yürütülmesini sağlamak için gereken adımları atmaya hazır olmalıdır.

TELDEN ARABA

Bugün biraz çocukluğuma gitmek istedim. Akşama yine sizlere #Reliability yazmaya devam edeceğim. 2012 yılında kaleme aldığım bir yazımı olduğu gibi tekrar aktarıyorum.

Bahçeli bir evde doğdum.
Çocukluğumda bahçeli bir evde geçti.
Sokağımızdaki evlerin biri hariç hepsi bahçeli idi.
Aşağı köşedeki caminin hemen üstündeki evin kapısında apartman yazıyordu.
O bile sadece 3 katlı idi.
Tüm çocuklar sokakta oynardık.
Neler mi oynardık.
Genelde kızlı erkekli karışık oyunlarımız vardı
Kızlar büyüdüklerine karar verip aramızdan tek tek ayrılana kadar
İstop oynadık,
Yakar top oynadık
İp atladık
Ayak ipi oynardık
Taş sektirirdik.
Saklambaç ve elim sende oyunları vazgeçilmez oyunlardı.
Şimdi istop nedir der gibi baktığınızı internette arattığınızı düşünüyorum.
Çok eğlenceli idi.
Bir top yeterdi oynamak için.
Ebe olan topu havaya atar ve birinin adını söyler.
Geriye kalan herkes mümkün olduğu kadar uzağa kaçardı.
Oyunda önemli olan topu yakalayandan sizi vuramayacağı mesafeye kaçmaktı.
Yakar top ta benzer bir oyundu.
İki rakip oyuncunun arasında durur attıkları toplardan kaçmaya çalışırsınız.
Atılan topu yere düşürmeden yakalarsanız ilave bir can kazanırdınız.
Ayak ipi de gelişme çağındaki çocuklar için geliştirilmiş bir oyundu sanki.
Ayaklarınızı yerden kesen bir oyundu tıpkı ip atlama gibi.
Özellikle kızlar oynarlardı.
Ne kadar da çok oyun varmış oynadığımız.
Bir telden arabayı yazmak isterken, neler varmış neler…
Bizim cilli dediğimiz kim yerde misket kimi yerde bilya diye bilinen küre halindeki cam parçaları ile
Kafa karış ve mors oynardık.
Sokağın toprak olan bölümlerinde küçük kuyular kazıp
Cillileri sırasıyla o kuyulara sokmaya çalışırdık.
Bugün golf diye bilinen zengin aristokrat sınıfının oyununa çok benzerdi
Çok şaşırdınız değil mi?
Hangisi daha eski bilemiyorum.
Resimli romanların üzerine attığımız bozuk parada bir oyundu
Şimdi fark ediyorum biz erkeklerin kumar tutkusu çocuk yaşlarda başlamış.
Para üzerinde durmasın diye kitap kapaklarını cilalardık.
Ayakkabı cilası sürerdik evet
Güzelce parlasın ve kaygan olsun diye de kadife bir bezle saatlerce ovalardık.
Kader kısmet vardı, yine bir şans oyunu
Gofret verirdik boş yeri kazıyanlara büyük ödül mü bir paket çikolata idi.
Futbol vazgeçilmezimiz idi hepimizin.
Arka sokak ile yaptığımız maçlar unutulur gibi değil.
Sokakta oynardık evet.
Araba mı ne arabası sokağa giren sadece 2 araba vardı
Biri yeşil bir Anadol.
Diğeri de gıda toptancılığı yapan komşumuzun dükkanı pardon kamyoneti.
Kızların vazgeçilmezi evcilik ile ayak ipi idi.
Büyüdükçe el emeği oyunlarda arttı.
Kızlar evde paçavralardan yorgan içine tıkılan yünlerden bez bebekler yapmaya başladı.
Bizlerde bilyalı arabalar (tornet) ile telden arabalar.
Kimi yörelerde bilyalı arabalara  torent dendiğini yeni öğrendim.
Sormayın ben de bulamadım anlamını
Biz bilyalı derdik.
Tahta bir sandık altına dört bilya takarsın.
Salarsın kendini sokağın üstünden aşağıya doğru.
Kırılır yeniden yaparsın.
Bir süre sonra kontrol etmek istersin aşağıya doğru inerken.
Öne taktığın bilyaların olduğu parçayı hareketli yaparsın
O parçanın iki ucuna da ip bağlayıp kontrol etmeye çalışırsın.
Yine de kolayca parçalanır.
Nasıl dayansın ki.
Haftada 2 tane parçalardık.
Birden sokaktaki tüm çocuklara bisiklet alındı.
Bana kocaman bir üç tekerlekli bisiklet.
Sonra da bilyalı yasağı geldi ailelerden.
Bilyalı ile kayarken çıkardığı ses şimdi düşünüyorum da çok dayanılır gibi değildi.
Bilyalı modasını birden tel arabaya kaptırdı.
En sevdiğim işti tel araba yapmak.
Şimdi diyorum keşke bunları fotoğraflar ile ölümsüzleştirseymişim.
O gün belli idi benim kaportacı olacağım.
17 farklı telden arabam vardı.
Bazılarında vites bile yapmıştım işe yaramasa da görüntü olarak
Popüler modellerin hepsinden vardı.
Kamyon, otobüs bile
Nedense en çok Devrim arabasına benzetmeye çalıştığımı severdim.
Ne Mercedes ne de BMW
Her gün Devrim ile oynardım.
Arabalarımızı gezdirirdik.
Süslerdik
Bende adını Devrim koymuştum.
Devrimin kapıları açılır kapanırdı.
Bir kalem pile bağlı iki ampul ile ön farları bile vardı.
Pek havalı idi.
Geriye kalan her şeyi telden bu arabanın
….
 5/01/2012

BURSA İLE GURUR DUYUYORUM

Doğup, büyüdüğüm şehir ile gurur duyuyorum.

Bursa Çimento bir çok anlamda öncü olmuştur.

Karoseri sanayisi ile de yön vermiştir tüm ülkeye. Bu konu ile ilgili olarak KOCA USTA yazımda sizlere bahsettim. https://okandinc.com/2023/05/21/koca-usta/

Daha sonra bu işi de başka şehirlere kaptırdı.

Mudanya Mütarekesi genç Türkiye Cumhuriyeti için çok önemli bir kazanımdır.

Bu organize sanayi bölgesinin kurulumu dedem Hüseyin Hiçdurmaz’ ın büyük çabası ile gerçekleşmiştir.

Bisiklet tutkunu arkadaşım Ali Beytekin’ in kulakları çınlasın.

Lise yıllarımda çok aradım dolaştım dağ bayır. Sadece 2 tanesini buldum diye hatırlıyorum o keşiş kiliselerinden.

Ben Bursa’ya gittiğim de cantık (Tatar pidesi) ve pideli köfte yemeği tercih ederim.

Bursa Erkek Lisesi mezunu olarak gurur duymamak mümkün değil.

TOFAŞ Spor Kulübünün bendeki yeri farklıdır. Sadece güreşte değil Bursa için birçok amatör branşta gençlere destek olmuştur. Tofaş Yıldız Basketbol takımında oynamış olmak benim için bir gurur kaynağıdır. TOFAŞ kulübü aynı zamanda Bursa Erkek Lisesi’nin basketbol sponsorluğunu yapmıştır. Bursa Erkek Lisesi Basketbol Takımı da Dünya beşincisi olma başarısı göstermiştir. Buradan tümbunların gerçekleşmesi için yoğun emek harcayan TOFAŞ Spor Kulübü Kurucu Başkanı Yalçın İpbüken hocama Bursa gençleri adına teşekkür ediyorum.

Muazzez İlmiye Çığ, Zeki Müren, İlhan İrem Bursa doğumlu ünlülerin arasındadır. Daha adını buraya sığdıramadığım bir çoğu gibi.

Sevgi ve saygılarımla

IŞIK, HİKARİ OE İLE AYRI BİR ANLAM KAZANDI.

1963’te ciddi bir beyin fıtığı ile dünyaya geldi, Nobel Edebiyat ödüllü Japon romancı Kenzaburo Oe’nin oğlu besteci Hikari Oe. Kenzaburo ve eşi bu ilk çocuklarına “IŞIK” anlamına gelen “Hikari” adını verdiler. Engelli bir çocuk olarak doğmuştu. Engeli oldukça büyüktü. Nesnel ve fiziksel olarak küçük görünen engel tıbbi olarak çok büyüktü. Geçirdiği büyük bir ameliyat sonucunda hayata tutundu.

Nefes alıp vermesinin dışında oyuncak bir bebekten hiçbir farkı yoktu. Tamamen hareketsiz ve sessizdi. Ne konuşuyor ne de herhangi bir tepki veriyordu. Göz kapaklarını dahi kırpmadan boş boş bakıyordu. Doktorlar defalarca ailesine ötenazi önerdiler. O günlerde savaş sonrası Japonya’sında engelli algısı daha çok ekonomik bir yük olarak görülüyordu. Yıllar hızla ilerliyor ama Hikari bedensel olarak büyüdüğü hıza bir türlü yetişemiyordu. 6 yaşına kadar bu durum sürdü.

Kenzaburo San ilk defam 1964 yılında yazdığı kitabında bahsetti oğlundan. Ama hiçbir zaman doğrudan bir anlatım ve tanımla değildi bu. “Kojinteki na Taiken” (Kişisel Deneyim) isimli bu eseri birçok eleştirmen tarafından en önemli eserlerinden biri olarak kabul edilir. Kitaptaki bahsettiği ana karakter kendisidir aslında. Çocuğunun doğuşu ile birlikte yaşadığı hayal kırıklığını, yok olup giden beklentilerini, içsel kargaşa ve kavgalarını anlatmaktadır. Baba olmanın sorumluluğu ile kişisel özgürlük ve hayallerinin çatışmasını edebi bir dil ile ortaya koymuştur. Bu kitabı ilk okuduğum da Japonların ikinci dünya savaşından sonra aslında savaşı kaybetmediklerini mücadele etmeyi öğrendiklerini daha iyi anlamıştım.

Toplumun beklentileri ile kendi arzuları arasında kalan yazar, bireysel özgürlük, ahlaki sorumluluk, toplumsal normlar ve bireysel kimlik gibi temaları derinlemesine işler. Aslında Hikari’nin doğuşu yazar için bu romanı yazma motivasyonu olmuştur. Özellikle doktorlardan ve toplumdan gelen ötenazi baskısı altında bu roman bir şaheser olmasının yanında yazarın kurtuluşu nasıl keşfettiğinin yansımasıdır. Mücadele ve vazgeçmemenin en önemli kişisel deneyim olduğunu bana öğretmiştir. Yazarın edebi üslubunu ve derinlikli karakter analizlerini sergilediği bir roman olarak dikkat çeker. Ayrıca, Japonya’da savaş sonrası toplumsal ve ahlaki değişimlere odaklanmasıyla da önemli bir eserdir.

1967 yılına geldiğinde 4 yaşına basan Hikari hala tepkisiz ve hareketsizdir. Doktorlar bu sefer de Hikari için “Otizm” teşhisi koymuşlardır. Yazar, “Man’en gannen no futtoboru” İngilizce’ye “The Silent Cry” olarak çevrilen sessiz ağlayış isimli kitabını yazar. Gözyaşı kanalları dahi kuru olan Hikari, canı yansa dahi ağlayamamakta ve tepkisiz kalmaktadır. Yazar bu olaydan esinlenerek, Japonya’nın savaş sonrası dönemine odaklanır ve toplumsal değişimlerin yanı sıra aile, kimlik ve bireysel sorunlar gibi temaları ele alır. Bu romanda da ana karakter yine kendisi ve oğlu Hikari’dir. Batının etkisinde kalan Japonya’da toplumsal olarak da büyük değişim ve dönüşümler yaşanmaktadır. Geçmişin tarım ve balıkçılık toplumu olan Japonya gittikçe sanayi toplumuna dönüşmektedir. Bu kitabı okurken özellikle TOYOTA ile yaşanan sanayileşme daha net anlaşılır hale geliyor. Yazar bu romanında yine, derinlikli karakter analizleriyle birlikte, toplumsal ve tarihsel bağlamları ele aldığı bir roman olarak önemli bir yer tutar. Savaş sonrası Japonya’nın karmaşık durumunu ve bireylerin bu durumla nasıl başa çıktığını anlamak için kişisel ve toplumsal perspektifleri bir araya getirir. Roman, insan doğasının karmaşıklığını, aile ilişkilerinin karmaşasını ve toplumsal değişimin getirdiği sorunları vurgular.

2000 yılında yazdığı “The Changeling” kitabında ise Hikari’nin 1963 te doğumundan o güne kadar olan kendi verdiği mücadeleyi yazmıştır. Beni en çok etkileyen kitabını ise 1983 yılında yazmıştır. “Uyanın Ey Yeni Çağın Gençleri.” bir otobiyografidir. Bu kitabı yazarken özellikle “William Brake” ‘in şiirlerinden etkilenmiştir. Belki de en çok etkilendiği mısralar şunlardır;

Ben siyahtan, o beyaz buluttan özgürken,
Ve Tanrı’nın çadırının çevresinde kuzular gibi sevinirken:
Dayanana kadar onu sıcaktan gölgeleyeceğim,
Sevinçle babalarımızın dizine yaslansın.
Sonra durup gümüş saçlarını okşayacağım,
Ve onun gibi olacağım ve o zaman beni sevecek

Japonya’da “aile değerleri”, çoğu insan için tasavvur bile edilemeyecek kadar sorgusuz sualsiz hakimdir. Japonya’da, bu tür adetler ve tutumlar, Konfüçyüsçü hiyerarşi ve sadakat ilkelerinden türetilmiştir ve bunları, her şeyin verimlilikle ilgisi ve çok az merhametle ilgisi olarak nitelendirmek kolaya kaçmak olacaktır. Aslında Japon toplumu acımasız olmaktan çok uzak ama merhametli ve grubu koruyan bir yapıya sahiptir.

Lindsley Cameron kitabında, ” 1968’de Oe, “Baba, Nereye Gidiyorsun?” dilsiz ve bedensel engelli bir çocuğun babasının, oğluna yokuş aşağı koşmayı, yokuş aşağı koşarak nasıl öğrettiği, oğlu eylemi taklit edene kadar oğlunun adını defalarca çağırdığı. Ve 1969’da, çarpıcı, ürkütücü derecede yoğun kısa romanı “Bize Deliliğimizi Aşmayı Öğretin”de, bir babanın gelişimsel engelli oğluyla olan başka bir ilişkisini anlatır. Bu, gerçekten ürkütücü yoğunlukta bir ilişkidir; bunda neredeyse erotik bir şey var. Bu baba, çocuğa kendisiyle söylenen kelimeleri tekrarlamayı öğretmeyi başarmıştır, ancak çocuğun sesleri anlayıp anlamadığı hiçbir zaman net değildir. Baba, oğluyla özdeşleşir, oğlunun acısını fiziksel olarak yaşar ve onu yorumlayabilecek ya da başkalarına açıklayabilecek tek kişinin kendisi olduğuna inanır.” diyor.

1969 yılında ilk kez konuşan Hikari, bugün 59 yaşında ve sadece 12 yaşındaki bir çocuğun zekasına sahip.

  1. “Hikari no Koe” (Işık Sesi): Hikari Oe’nin müzikal eserlerinden biridir. Piyano ve diğer enstrümanlarla icra edilen bu eser, duygusal ve zarif bir atmosfer yaratır.
  2. “Hikari no Orfe” (Işık Orfe): Bu eser, Hikari Oe’nin orkestra için bestelediği bir yapıttır. Eserde, klasik müzik tarzının yanı sıra çağdaş unsurlar da bulunur.
  3. “Hikari no Naka ni” (Işık İçinde): Bu şarkı, Hikari Oe’nin sözleri ve bestesiyle birlikte yorumladığı bir parçadır. Şarkıda, umut, sevgi ve yaşamın anlamı gibi temalar işlenir.
https://youtu.be/l4e3pI8k6zY

HERKES GİTTİ

Hikaye Orta Doğu Teknik Üniversitesini kazandığım sene başladı. Her yeni başlangıç gibi çok özel ve bir o kadar güzeldi. Yeni arkadaşlıklar kuruyordum. Rengarenk insanlarla tanışıyordum. Hemen ters algılamayın ten rengi olarak değil tabii ki, sosyal yaşam tarzı olarak çok renkli insanlardı bunlar.

8. yurtta liseyi beraber okuduğum arkadaşım ile aynı odaya denk gelmiştik. Daha 2. ayın sonunda kapısını açıp sohbet etmediğim oda kalmamıştı. İlk kaybı İran asıllı bir arkadaştan yaşadık. Lise ve üniversiteyi Amerika’da okumuştu. Üniversitenin son döneminde ailesini görmek için İran’a dönüyor ve mahsur kalıyordu. O İran’a girdikten 2 hafta sonra mollalar şahı devirip yönetimi ele geçirmişler. O günden sonra ABD’ye gidememiş. Sırf vize alabilmek adına ODTÜ ye kayıt yaptırmıştı. Hazırlıkta yan sınıftaydı. En az onun kadar çabaladık, ona destek olduk. Türkiye’deki ABD Büyükelçiliğinden 3 kere vize talebi geri döndü. Sırasıyla yakın komşu ülkeleri denemeye başladık. Önce yolumuz Atina’ya düştü. Oradan vize talebi de kabul edilmedi. Sonra Bulgaristan Sofya. Yine kabul edilmedi. Pes etmiyordu. En sonunda Romanya üzerinden kabul aldı. Fakat artık tüm parası tükenmişti. Ailesi de gitmesin diye para göndermiyordu. Kendi aramızda para topladık. Yetmemişti. O günlerde tanıştığımız bir doktor bu hikayeyi duyunca yardım etmeye karar verdi. Uçak biletinin o aldı. Bizim topladıklarımızda başlangıç harçlığı olarak arkadaşa destek oldu. İlk giden oydu. İlk kayıp.

Samimi olduğum sohbetini sevdiğim, görüşlerine değer verdiğim birkaç arkadaşımdan biriydi. Sanırım hikayesi ilginç olan insanları mıknatıs gibi çekiyordum kendime. Bunlardan biri de Zafer’di. Öğretmen Lisesinde yatılı okumuş ama bitirememiş sonrasında evine yakın bir lisede edebiyat bölümünden mezun olmuştu. Neredeyse hiç matematik görmemiş olmasına rağmen kazandığı bölüm ODTÜ Matematik olmuştu. Daha hazırlıkta hedefi belliydi. 1. sınıfta tüm derslerden yüksek puan alıp şeref listesine girecek ve Boğaziçi üniversitesine yatay geçiş yapacaktı. Gerçekten de dediğini yaptı. Lisede doğru düzgün Matematik görmemiş bu genç ODTÜ Matematik 1. sınıfta 4 üzerinden 3,6 bir ortalama tutturarak yüksek şeref öğrenci listesine girip yatay geçiş yaptı. O’da gitmişti…

Zafer’in yurttaki odasında Elazığ’ lı bir arkadaş vardı. Müthiş akıcı İngilizce konuşurdu. Mühendislik Fakültesi 3. sınıf öğrencisi idi. Bir sonra ki sene mezun olacaktı. O yaz Bodrum’da bir otelde çalışırken Hollanda’ lı bir kadın ile tanışmıştı. Kadın hemen her gün telefon ediyordu. Sonunda ikna etti arkadaşı. Okulu ve o dönemi yarıda bırakıp gitti…

Hazırlıkta tanıştığım Egeli bir arkadaşım vardı. Aynı bölümde okuyorduk. 1. sınıfın ilk dönemi bitmek üzereydi, meşhur devrim stadının önünde karşılaştık. Çok heyecanlıydı. Heyecanı ve mutluluğu gözlerinden okunuyordu. Daha ben sormadan anlatmaya başladı. Okan ben gidiyorum diyerek cümleye başladı. Avusturya ‘lı bir kız arkadaşı vardı. Kız Türkiye’ye gelmişti arkadaşı almaya. Avusturya’da yeni bir hayata başlamaya gitti.

Benim için bardağı taşıran son damla Sedat Celesun’ un Okan ben İsviçre’ye gidiyorum Zurih’te okuyacağım demesi oldu. Hemen ertesi günde Alptekin’in Almanya’ya okumaya gidiyorum demesi tuz biber ekmişti. O gün karar verdim şu Avrupa’yı görecektim. Portekiz’de bir mektup arkadaşım vardı. Düzenli olarak her hafta yazışırdık. Onun yanına gitmeye karar verdim. Pasaport çıkarttım. Tabii o zamanlar daha vize keşfedilmemişti. Avrupa’ya giden arkadaşlardan destek alarak İstanbul – Lisbon arası nefis bir seyahat rotası belirledim. Gidiş ayrı dönüş ayrı rota olacaktı. Gidiş 2 hafta, dönüş neredeyse 3 hafta sürüyordu. Tüm seyahat masrafları için biriktirdiğim parayı kullanacaktım. Evet okurken para biriktiriyordum. İzin vermezler diye eve söylemedim.

Tüm hazırlıklarım tamamdı. 1. sınıf bittiğinde eve döndüm. Gideceğim günü iple çekiyordum. Herkese Bodrum da bir otelin resepsiyonunda yazın çalışacağımı söylüyordum. O gün gelip çatmıştı. Uyandım, kalktım yatağımdan. O da ne odamın kapısı kitli. Dışarı çıkamıyorum. Annem beni odaya kilitlemişti. Sabah ben uyurken odama girmiş ve hazırladığım çantayı, pasaportu bulmuş. Hemen anlamış Bodrum’a değil başka bir yere gittiğimi. O gün evden çıkmama izin vermedi. Benim tüm seyahat planım suya düştü. Tabii asıl büyük ceza ertesi günü babamdan geldi. Çok ciddi bir yüz ifadesi ile yarın sabah erkenden dükkana gel dedi. Dükkan dediği, TEZİŞ Karoser Atölyesi. Gittim. Yine aynı ciddiyet ile bir tornavida, yan keski ve çekiç uzattı. Soy bu otobüsü dedi. Çalışanlara da dönüp kimse yardım etmeyecek, Okan tek başına yapacak dedi.

İkiletmedim. Çürümüş, pas içindeki otobüsü soymaya başladım. Sabah saat 7 başladığım saatti. Gece 23 sıralarında bitirmiştim işimi. Dükkanı kapatıp eve gittim. Duşa girdiğimde yaklaşık 20 dakika boyunca üzerimden sadece kahverengi su aktı. Herkes gitmişti ben de hırsımı paslı otobüsten çıkarttım. Ertesi gün herkes şaşkın şaşkın sadece profilleri kalmış kasaya bakıyordu. 3 Kişinin iki günde yapacağı işi ben tek başıma bir günde yapmıştım. Bu vesile ile hem annemi hem de babamı rahmetle anıyorum.

Sevgiyle kalın.

KOCA USTA

Bu yazımda size dedemin, yani “Koca Usta” nın, Hüseyin Hiçdurmaz’ın hikayesini anlatacağım. Hikaye Elazığ’ın Hanköy’ün de başlıyor. 1928 yılından sonra adı Hankendi olarak değiştiriliyor. Yeni nesil Hankendi olarak bilir. Hanköy’de doğup, çocukluğunu burada yaşıyor. Askerlik zamanı geldiğinde askerliğini Bursa Orhangazi’de yapıyor. Bursa’yı o kadar çok seviyor ki tüm ailesini Bursa’ya yerleşmeye ikna ediyor.

Orhangazi’de askerlik yaparken şehrin en zengin ailesinin kızına gönlünü kaptırıyor. Daha o zamanlar kendi ailesi Elazığ’da olduğu için komutanı istiyor anneannemi ailesinden. Ulviye ve Hüseyin evlenip Bursa’ya yerleşiyorlar. Dedemin ailesi de o zamanlar köy olan Soğanlı’ya yerleşip tarım ile uğraşmaya başlıyorlar. Dedem ben çiftçi olmayacağım, otobüs yapacağım diyor. Bursa’nın ilk karoser atölyesini açıyor. Eski Uludağ Gazoz fabrikasının hemen altına. Bugün şehrin merkezi sayılan yer o zaman sanayi mekanı. Rahmetli Nuri Erbak’ın Uludağ gazoz fabrikası, yanında Teziş Karoser, hemen altlarında Kuranoğlu ailesinin Burselkur ve Dörtellerin işyeri. Arkası ve önü yaşam mahalli. Hatta arkada ki mahallede rahmetli Zeki Müren doğup büyümüş. Dedem söylerdi sık sık dükkana gelir diye. O zaman çocuklara çok özen ve sevgi gösterilirdi. Hatırlıyorum, koştura koştura Nuri amcanın ofisine dalıp canım gazoz çekti dediğimi. Bir kere bile kızmazdı mahalle çocuklarına. Tam tersi çok sever ve el üstünde tutardı.

1944 yılı sonlarında açıyor Teziş Karoser atölyesini.1946-47 yıllları arası çok zorlu geçiyor, koca usta için. 1946 yıllının ortalarında sadece Demokrat Parti tabelasını açtıkları için, iki abisi ve babası o dönemin hükümeti tarafından tutuklanıyorlar. 10 ay kadar da tutuklu kalıyorlar. Bu dönemdedahi üretmekten vazgeçmiyor. Hergün gün ışımadan Kızyakup mahallesindeki evinden çıkıp Soğanlı’daki tarlalara kadar yürüyor ve tarla işleri ile ilgilenip yeniden atölyesine dönüp otobüs yapıyor. Bu 10 ay böyle sürüyor. Ne dükkanını bırakıyor ne de abilerinin, babasının ekmek tekneleri tarlalarını. Yine de kimse off dediğini duymuyor.

1955 senesi Bursa ve otomotiv sanayi için hareketlenmenin başladığı yıl oluyor. O zaman ki sanat okulunda 3 teknik öğretmen ilk otomotiv yan sanayii firması olan SKT’yi kuruyorlar. Süleyman Beltan, Kemal Coşkunöz ve Talat Diniz. Rahmetli Talat amca hep söylerdi; “Bizi bu şirketi kurmaya hep deden teşvik etti.” diye. 1960 Askeri darbesi ile beraber, hem Bursa’nın hem de karoseri işinin çehresi değişmeye başlıyor. 1960 yılından itibaren Vehbi Koç ve ortağı Bernar Nahum’um dünyada kapısını çalmadıkları otomotiv üreticisi kalmıyor. Vehbi Koç’u bu yola sokan Bernar Naum’un otomotiv aşkıdır. Bu süreçte özellikle Koç ve Nahumûn gönlünde Volkswagen ile ortaklık yatmaktadır. Bunun için tüm şartları zorlarlar. Defalarca gideler görüşürler, Türkiye’ye davet edip ikna etmeye çalışırlar. Sene 1966 yılını gösterdiğin de Hüseyin Hiçdurmaz ve Ali Sütçü önderliğinde Bursa’da KARSAN firması kurulur. Kuruluş esnasında sadece Karoserciler katılmıştır firmaya. En büyük iki hissedar dedem ve Ali amca idi. 200 ün üzerinde küçük ortağı olan Karsan’ın yüzde 36 sı ikisinindi. Büyük emek ve para koymuşlardı ortaya. Talat amca biz bile o zamanlar bu oluşuma bu kadar inanmamıştık taa o güne kadar derdi. VolksWagen firma yetkilileri Türkiye’den gelen tüm yatırımcılara olumsuz yanıt veriyordu. O dönem de OYAK grubu VOLVO ile neredeyse anlaşmak üzereydiler. Ama bir neden ile son anda iptal oldu anlaşma ve RENAULT ile anlaşıldı.

Koç Grubu yanına devleti de alarak FIAT ile birlikte TOFAŞ’ı kurdu 1968 senesinde.1969 senesinde de OYAK RENAULT. Her ikisi de yer olarak Bursa’yı seçmişti. Biri Koca Usta sayesinde Türkiye^deki ilk organize sanayi bölgesi olma ünvanını taşıyan Bursa Organize Sanayi Bölgesinde diğeri de Yalova yolu üzerinde.

Fakat o gün 1967 senesindeki o gün çok önemliydi. O gün ile ilgili ilk bilgileri Talat amcadan dinlemiştim, sonra Ali amcadan ve oraya toplanan bir çok kişiden. Orası mı? Hüseyin Hiçdurmaz’ın hayalini gerçekleştirdiği TEZİŞ Karoser Atölyesi. Almanya’nın Türkiye Büyükelçisi ve VolksWagen’in o günkü başkanı birlikte ziyarete geliyorlar. Atölyenin önü ana baba günü gibi. Dedemin ofisinde görüşüyorlar. Ellerinde bir yığın dosya ile. O anın iki tanığı, Talat Diniz ve Ali Sütçü. Volkswagen firması Türkiye’de yatırım için tüm araştırmaları yaptıklarını, Koç ve Oyak grubu ile yapılan görüşmeleri de anlatarak konuyu açıyorlar. Sonunda bu yatırım için hazır olduklarını ama tek bir şartlarının olduğunu belirtiyorlar. O şart, Türk ortak olarak Hüseyin Hiçdurmaz’ın olmasını istediklerini belirtiyorlar.

Dedem oradaki herkes şaşkın bakışları arasında tekliften çok onur duyduğunu ama teklifi kabul edemeyeceğini söylüyor. “Sizler çok büyük firmasınız, firmayı bana kurdurup sonra beni oyun dışı bırakırsınız.” diyor. Ne deseler, ne söyleseler kabul etmiyor. Almanlar oradan oldukça üzgün ayrılıyorlar. Talat ve Ali amcadan dinlediğim bu anıyı yıllar sonra birgün dedem de anlattı. Ben üniversiteyi bitirip Bursa’ya döndüğümün haftasına. Senin böyle olacağını tahmin etseydim o gün kabul ederdim bu teklifi diyerek. 10 yaşında kaynak yapmayı onun atölyesinde rahmetli babamdan öğrendim. 12 yaşında torna ve frezede kendime bilyalı kaykay yapmıştım. Kaynak konusunda babamdan daha usta birini hiç görmedim. Bugün hepsini rahmetle anıyorum.

Bu arada küçük bir bilgi OYAK RENAULT fabrikasının ilk Genel Müdürü, fabrikanın temeli atılıp ofisler yapılana kadar 1 yıllık süreçte ofis olarak dedemin TEZİŞ Karoser Atölyesini kullanıyor. Dedem ilginç bir insandı; Bursa Belediye Otobüs İşletmesini kuran, Uludağ Üniversitesi Görükle kampüsünü üniversiteye kazandıran ileri görüşlü bir insandı.

Sevgiyle kalın. Bu hafta da benden bu kadar.

Referanslar

Bizim Kalabalığımız!

Bin yıldır tartışılıyor kalabalığın bilgeliği. Bu yazımı seçimlerde oy kullandıktan hemen sonra yazdım ama özellikle yayınlanmasını Pazartesi gününe ayarlıyorum. Yarın herkes birbirini suçlayacak biliyorum. Özellikle de ; “Celladına aşık olmuşsa bir millet, ister çan ister ezan dinlet. İtiraz etmiyorsa sürü gibi illet, müstahaktır ona her türlü zillet” paylaşımı tüm sosyal medyada çığ gibi büyüyecek.

1900 lü yılların başında ortaya atılan bir teoridir, “Kalabalığın Bilgeliği”. İlk matematiksel dökümü ve analizi 1906 yılında Francis Galton tarafından yapılır. Galton bir hayvan panayırında yapılan eğlenceli bir yarışmayı izler. Yarışma meydanın ortasına konan öküzün ağırlığını tahmin üzerinedir. Yaklaşık 800 kişi katılır yarışmaya. Kasabından hayvan yetiştiricisine, çiftçisinden, terzisine çok farklı insanlar vardır. Hepsi bir tahminde bulunur. En yakın tahmin edene verilecektir, öküz. Yarışma sonucunda öküz tartılır, 543 kg çıkmıştır. 800 kişinin ortalaması ise 542 kilogramdır. Hiç kimse ortalama kadar yaklaşamamıştır sonuca. Yıllardır bu çeşitli testler ile tekrarlanmıştır. Temeli Aristotales’ in “Kolektif yargı teorisine” kadar dayanır.

Bugün seçimlerde yüzde 90 katılım olmasına rağmen yarın çıkacak sonuçlar bizi şaşırtacak. Bu kadar yüksek enflasyona, başarısız ekonomik yönetime, liyakatsız kadrolaşmaya rağmen ortaya çıkacak ortalama üzerine yorumlar yaparken bulabiliriz kendimizi.

Oysa burada birkaç kritik nokta vardır;

  1. Topluluğu oluşturan bireylerin çeşitliliği.
  2. Topluluğun birbirinin farklılıklarını kabullenip anlayış göstermesi
  3. Bireysel görüşlerin bağımsızlığı ve özgürlüğü.
  4. Bireyleri fikir yürütüp toplumsal kararlar içine katkıda bulunabilmesi.
  5. Tek bir kişinin yada grubun toplum üzerinde baskı oluşturmaması.

İşte tam da bu noktalarda bizde toplumsal bilgelik sapma gösteriyor. Alevi – Sünni farklılığı seçimde ortak düşünce algısını karartıyor. Bu durumu çok iyi bilenler tarafından sayısal üstünlük dışarıdan ülkeye Sünni ithal etme yolunu seçtiler. Etnik köken çeşitliliğini terse çevirip dini köken çoğunluğu yarattılar. Tıpkı Osmanlı’da Yavuz Sultan Selim tarafından yapıldığı gibi.

Ortak akıl, ortalama her durumda belirleyici olamayabiliyor. Örneğin 1999 yılında Usta Kasparov, tüm dünyadan 55.000 katılımcıya karşı satranç oynamış ve 62. hamlede kazanmıştır. Bu tekil örnek bizi yanıltmamalıdır.

Muhakeme yeteneği zayıf olan bir grup insan arasındaki fikir birliği her zaman ortalamanın gerçeklerden ve doğrudan uzaklaşmasına neden olur. O yüzden eğitim önemlidir, din sömürüsü ve kırbacı önemlidir. Kalabalığın içindekileri biçimlendirirseniz, onları vasıfsız birer birey haline getirirseniz vasıfsız liderlerin seçilme şansını arttırırsınız. Kalabalığın içinde kimlerin olduğu önem kazanır.

Sevgiyle kalın