SAVAŞ SADECE SİLAHLA YAPILMAZ.

SAVAŞ MI ÇIKACAK?

Herkes zannediyor ki savaş falan çıkacak vatan için silahımızı, kılıcımızı alıp cepheden cepheye koşup vatanımızı, toprağımızı kurtaracağız eskisi gibi …

Hayır öyle olmayacak artık. Sizler çocuğum rezil olmasın şehirde büyüsün, şehirden ev, araba alayım, köyden büyük şehirlere kaçayım derken kim olduğunu dahi bilmediğiniz insanlar gelecek dedenizin babanızın size miras bıraktığı tarlaları, evleri, köyleri tek tek satın alacak, söz sahibi olacaklar. Siz kurak 5 para etmez dediğiniz toprağınızı 3 kuruş fazlaya sattım kar yaptım diye kasılacaksınız.

1 tane boş arazi bırakmadan işleyecekler, üretecekler, senin benim yapamadığımı yapacaklar. Bizim değerini bilmediğimiz yarım dönüm toprak dahi onların en büyük hayali. Biliyorlar ki Türkiye topraklarına adamı ters diksen düz biter.

Vatanın, topraklarımızın en büyük bekçisi, koruyucusu topraktan üreten köylülerdir.
Tarım arazileri yabancıların eline geçerse, Türk köylüsü biterse Atalarımızın bize kanıyla, canıyla, aç, susuz kalarak aldığı bu toprakları hiç savaşmadan kağıt parçası uğruna satarsak o zaman savaşı kaybetmiş olacağız.

Yatırım yapmak istiyorsanız gidin tarla alın, 49 yıllığına dağlardan arazimi kiralanıyor bunu onlara bırakmayın siz kiralayın. Topraktan kalkanla evi, arabayı her zaman alırsınız.

Miras başında kavga edip satılığa çıkarmayın. Paraya ihtiyacınız varsa toprağı işleyen kardeşinize satın.

Miras basında kavga edip bölüşülemeyen, mahkemelik olan tarla satışlarına gidin bakın Adliye önünde farklı bölgelerden haber alıp koşup gelen nereye çalıştığı, kime hizmet ettiği belli olmayan, yüzünü ilk ve son defa göreceğiniz insanlarla dolu.

Savaş çıkacak diye beklemeyin.

Savaşın ortasındayız.

Sn. Cennet Doğru dan.

Hikayeye bende bir anımı anlatarak katkıda bulunayım.


Bir zamanlar kooperatifler çok moda idi özellikle de ev sahibi olmanın yolu kooperatife girmekten geçerdi. Belediyeler kooperatif olunca proje onayını daha kolay verirdi.
Bursa’da böyle bir emlak kooperatifinin 95 katılımcısı vardı.
Kooperatif işlerini yaptı 95 konut yaptı. İçinde oturmaya başladılar. Yıllar geçti ama kooperatifi bitirip tapu almadılar. Birgün biri kooperatif üyelerinden hisselerini toplamaya başladı. Üyelerden evlerini ve kooperatif üyeliklerini satın almaya başladı. Düşük bir kira bedeliyle oturmalarına da izin veriyordu. 90 üyenin hisselerini alana kadar kimsenin umurunda olmadı. Bir başka değişle farkında olmadı. Satanlar aldıkları para ile araba aldılar, Ege ye tatile gittiler.
Kooperatif son toplantısına sadece 6 üye katıldı. Birinin tam 90 tane hissesi vardı.
Diğer beşine sizlerde satın hisselerinizi demiş. İkisi hariç diğer üçüde satmışlar.
Evler yıkılmış ve yerine yeni bir proje başlanmış. Yerin altına da girerek dükkanlar hariç tam 250 konut yapmış. Yaptığı tüm masraflar dahil servetini sadece bu işten 12 kat arttırdığını söylersem şaşırmazsınız değil mi?
Boşverin kim olduğunu.
Siz yukarıdaki hikayeye odaklanın hiç farkı yok.

Uykudan uyanmak bazen çok zor olabilir.
Sizler başarabilirsiniz.

Okan Dinç

OSMAN

BİR ANI

Sizlere hiç kendi kendini işe alan Osman’ı anlatmışmıydım.

Anlatmadım değil mi?
Nam-ı değer …. Neyse canım boşverin şimdi takılan isimleri.

Severim Osman’ı aslında tanısanız sizde seversiniz. Hadi gelin hikayemize anımıza Toyota’dan gelen telefon ile başlayalım.

Yoğun bir iş günüydü. Dışarıda serin ve yağmurlu bir hava vardı. Telefonum çaldığında montaj hatlarının arasında dolaşıyordum. Arayan o gün Toyota Adapazarı fabrikasında gövde kaliteden sorumlu şef arkadaş telefonda. Endişeli bir ses tonu ile Okan bey müsaitmisiniz dedi. Osman nasıl oldu iyi mi diye de devam etti. Osman ile telefon ile konuşuyorduk bir anda sustu sesi gelmiyor merak ettik dedi.

Ben bir kontrol edeyim bilgi vereceğim dedim. Kötü birşey yoktur olsa ilk bana haber gelir dedim. Kalite odasına doğru gittim. Osman kalite bölümünde çalışıyordu. Odaya girdiğimde Osman elinde telefon masada oturuyordu. Yanına yaklaştığımda uyuduğunu farkettim. Yavaş telefonu elinden alıp kapattıktan sonra, dışarıya çıkıp sanki yeni giriyormuş gibi kapıyı çalıp Osmaann diye hafifçe seslendim.

Osman hemen ayağa kalkıp. Buyrun Okan Bey dedi. Bir problem var mı? Benden bir isteğin var mı dedim. Yok teşekkür ederim hiçbir problem yok diye yanıtladı. Meğer tüm bölüm biliyormuş Osman’ın uyku problemini. Toyota’yı arayıp hattı arıza yapmış size dönecek herhangi bir problem yok dedim. Telefon ile konulurken uykuya dalıvermiş.

O dönem haftasonları Bursa’ya geldiğim için yaz aylarında Osman ara sıra Bursa’ya kadar benimle gelir. Bursa terminalden Karacabey otobüslerine biner oradan da boğazköydeki aile yazlığına giderdi. Pazartesi heyecanla yanına geldi Osman. Okan bey haftasonu ne oldu biliyormusunuz dedi.

-Ne oldu Osman?

– Cuma akşamüstü yolda otobüs bekliyordum. Bir araba durdu önümde yol sordular. Yolu tarif ettim ama bende o yöne gidiyorum yolun bir kısmını sizinle gelebilirim deyince beni de aldılar sağolsunlar. Kestirme yolu tarif ettim diye de beni yazlığa kadar bıraktılar.

– Nereye gidiyorlarmış Osman?

– Antalya’ya kestirme nasıl gidebiliriz diye sordular. Bende Karacabey- Balıkesir üzerinden tarif ettim.

Birşey demeden uzaklaştım yanında Pres bölümüne doğru gittim gülme sesim fazla duyulmasın diye. Bizim Osman o kadar inanarak yolu 150 km kadar uzatmış ki adamlar sırf bu yüzden birde 80 km ekstra onu bırakmak için yapmışlar.

Sizde tanıdınız artık Osman’ı. Yaptıklarından dolayı birgün insan kaynakları bölümüne gittim. Bana Osman ile kim görüşmüş işe giriş tutanağını kim imzalamış çıkarın dedim. Uzunca süren araştırmanın sonucunda Alp geldi. Okan inanmayacaksın ama bizden ve sizlerden hiç kimse görüşmemiş onunla dedi. O dönem ilk işe alacaklarımızı o kadar zorlu görüşmelerden geçiriyoruz ki anlatamam. Görüşme tutanaklarına görüşlerimizi not tutuyoruz. Hepsi geleceğin yöneticisi olacak.

Fakat Osman ile ne İnsan Kaynakları bölümünden ne kalite bölümünden ne de ben hiç görüşmemişiz. Osman kapıdan şirketteki japon expatlardan biri ile görüşmeye geldiğini söyleyerek içeriye girmiş. Kalite bölüm müdürü olan bu Japon arkadaşla bir toplantı odasına girmişler. Bir süre sonrada çıkmışlar. Osman odadan çıkınca hemen odanın karşısındaki İK bölümüne gidip. Beni Nakamura San işe aldı. Evrak listesini sizden mü alacağım demiş. Gidip Nakamura sana sordum. Ne konuşmuştunuz diye. Bana Türkçe bir yığın birşey söyledi. Hiçbirini anlamadım. Ben işe almadım Gürsel almıştır dedi.

Belki de Türkiye’de kendi kendini işe alan tek kişi bizim Osman. Bu arada kalite bölümünde de ilk terfi alan yine kendisi oldu. 😉☺️

Sevgiyle kalın hep güzel anılarınızı hatırlayın.

Briç’te Olasılık Dersleri – 1

Empas Olasılık Hesaplamaları

Bricin matematik kısmına girip çok az bilinen olasılık hesaplamalarını en temelden en karmaşığa doğru detaylı olarak inceleyeceğiz. Tüm konuları tek bir yazıyla işlememiz mümkün olmadığından birkaç yazılık bir seriye başlıyoruz.

Briçte genelde puan sayıp puanları yerleştirdikten sonra masa hissiyatımıza göre empas kararları alsak da bu yazıda masa hissiyatımızdan bağımsız olarak olasılık hesaplamaları üzerine yoğunlaşacağız. Diyelim ki kontratı yapmak için pik ruanın solda olmasına ihtiyacımız var. Her iki defans oyuncusunda da 13er kart olduğu için empasın geçme şansı 13/26 yani %50’dir. Bu olasılık rakiplerin ellerindeki kartlar konusunda bilgi edindikçe değişir. Diyelim ki solumuz zonda blokatif 3 karo açışı yaptı. Şimdi solda 7 tane karo varsayarız, bizde de karodan toplam 4 kart olsun, bu durumda sağa iki karo kalır. Dolayısıyla solumuzda karo dışında 6 kart olduğunu, sağımızda ise karo dışında 11 kart olduğunu biliyoruz. Bu durumda pik ruanın solda olma olasılığı artık %50 değil 6/17, yani %35 olur.

Bu basit yaklaşımı hepimizin bildiği “9 kartla dam empası yapmadan hep as-rua çek” tavsiyesinin doğruluğu üzerine uyarlayalım. Diyelim ki 9 kart kozumuzla 4 kör oynuyoruz. Atağı alıp as körü çektik ve yerin kör rua-valesine doğru kozu oynadık. Solumuz bu köre uydu. Empas mı yapalım, rua mı koyalım? Ataktan sonra her iki defans oyuncusunda 12 kart kalmıştır. As körü çekince 11er kart kaldı. Yere doğru kör oynadık, sol köre uyunca solun elinde 10 kart kaldı, ama sağın elinde hala 11 kart var. Şimdi koz damı elinde 10 kart kalanda mıdır, 11 kart kalanda mıdır kesin bilemeyiz ama 11 kart kalanda olma olasılığının daha yüksek olduğunu tahmin edebiliriz. O yüzden rua koymamız gerekir. Daha az bilinen çok benzer bir durumu inceleyelim. Yerde bir renkten AR102 olsun, elimizde de bu renk D43 olsun. Önce as, sonra dam çektik. Her iki rakip de ikişer kez uydu. Şimdi yere doğru oynayınca solumuz yine uydu. Empas mı atalım, rua mı koyalım? Artık cevabı biliyorsunuz, sağınızda 1 kart fazla olduğu için rua koymanız gerekiyor. Alıştırma olması için kendiniz cevap vermeye çalışın: Diyelim 11 kart kozunuz var ve rua koz dışarıda. Atağı aldınız, elden dam oynadınız, sol uydu. Empas mı atalım, as mı koyalım?

Diyelim ki sağımız zayıf iki pik açmış olsun ve bizde pikten toplam 5 kart olsun, dolayısıyla solda pik iki kart oluyor. Bu duruma göre olasılıkları tekrar hesaplayalım. 9 kart kozumuzla 4 kör oynuyoruz, atak pik geldi. Atağı aldık kör as çektik, yere doğru kör oynadık. Rua mı koyalım, vale mi koyalım? Ataktan sonra solda 12 kart kaldı, bu 12 kartın birinin pik olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla pik harici 11 kart kalmıştır. Sol köre iki tur uyunca solda pik harici kalan kart sayısı 9 olur. Ataktan sonra sağda 12 kart kalmıştır. Bu 12 kartın beşi piktir. Dolayısıyla sağda ataktan sonra pik harici 7 kart kaldı. Bir tur kör uyduğunu gördük. Dolayısıyla sağda pik harici 6 kart kaldı. Şimdi kör dam, elinde 9 kart olanda mıdır, 6 kart olanda mıdır? Tahmin edeceğiniz üzere artık ikinci lövede kör dam empası yapmak daha yüzdeli bir oyun olur. Empasın tutma olasılığı 9/15 yani %60 olur. Demek ki “9 kartla dam empası yapmadan hep as-rua çek” tavsiyesi her zaman doğru değilmiş…

Sinan Tatlıcıoğlu

SINIRLAR 2

Düşündünüz mü hiç nereden çıktı bu sınırlar diye. Çoğumuzun aklının ucuna bile gelmemiştir.

Toplumları biçimlendirmede, insanlara pranga vurmada, özgürlükleri kısıtlamada en önemli araçtır sınırlar. En kuvvetli sınır “DİL” diyebiliriz. Ama “DİN” de ondan aşağı kalmaz.

Din en zor sınırdır en bağlayıcı belki en ince olanı ama bir türlü kopartamadığımız. Kopartmaktan korktuğumuz bir bağlaç. Doğduğumuz topraklar, büyüdüğümüz çevre, hepsinden önemlisi hayata gözlerimizi açtığımız aile, doğuran büyüten konfor alanımız aile. Peki neden Din değil de Dil en sert en yıkılmaz sınır diye geçirdiniz içinizden biliyorum. Din bile Türkçe bir kelime değil. Size ilginç gelecek hatta Türkçe’ de Din kelimesinin tek bir kelime karşılığı yok.

Din kelimesi bize Arapça’dan gelmiş. Türkler islamla tanışmadan önce darm yada nom derlermiş din yerine. Darm Osmalıca ya açlık oburluk olarak geçmiş sonraları. Din her dönem tanımlanmış, bilinene yada bilinmeyen şekilleri ile. Arapça karşılığı ise tam olarak hayat tarzı demek aslında hayatınızı yaşamanın kuralları hükümleri yani sınırları demek.

Çok ünlü sosyologlar, filozoflar hep bunu incelemiş. Tanımını yapmaya çalışmışlar. Durkheim’e göre bir toplum birleştiricisi, Berger’e göre ise kutsal bir örtüdür. Haviland ise çözümsüz problemleri gömdüğümüz sandık gibi bahseder. Sapir için ise gönül huzuruna giden bir yoldur.

Benim tanımım ise sınır. Bir misineden ince görünmeyecek kadar ince ama kopmayacakmışçasına dayanıklı bir sınır. İp mi yooo değil. Korkularımız mı? Kendimiz için değil. Etnik köken masalından bir basamak daha önde bir sınır. Farkında değilmisiniz milliyetçiliğin, etnik kökenciliğin tanımını yaparken bile önde önce dini koyuyorlar. Sosyologlar dini toplum ile açıklarken, psikologlar bireyi topluluğa bağlayan bir üst benlik olayı olarak görürler. Oysa o toplumun içinde olmayı biz seçmedik. Konfor alanımızı oluştururken bile sınırlarımızı belirleyemiyoruz. Ailemiz diyorki bu dili konuşacaksın, sen bu dindensin, senin soyağacın bu etnik kökenden.

Bazen Lavey haklımı insanı etkileyen her türlü elektriksel olay dindir demekte. Kim nasıl tanımlarsa tanımlasın genel olarak bu bağlayıcı özgürlüğümüzü engelleyici sınır; doğaüstü, mukaddes, dogmatik yani değişmez ve tam teslimiyet gerektiren özelliklere din diyoruz.

İlk dini inanç konusunda hala kesin bir sonuca varılamadı. Eğer Göbekli Tepe bir thermal kaplıca oteli değilse bilinen ilk toplu tapınma yeri yani ilk kutsal buluşma noktası ilk sınır olacaktır. Öncesi varmıdır muhakkak vardır.

Hep düşünüyorum neden dil ve din bu kadar önde sınırlar. Yemek yemeden yada su içmeden yaşama şansım hiç yok. Ancak konuşmadan ve ibadet etmeden bir ömür geçirebilirim. Hı hı evet geçirebilirim. Sağır ve dilsizlerin kullandığı işaret dili ile her coğrafyadan insan ile rahatça sohbet edebilirim.

Konfor alanı dediğim yoksa bir kandırmacamı önümdeki engelleri bilerek mi koyuyorum. Neden düşünüp hayal kuramıyorum. Neden illa bir yaratılış ve doğuş teorisine ihtiyacım var.

Oysa sakinleşmem, özgürleşmem için tek ihtiyacım kendimi gö düğüm cehalet alanını sınırkarımı yıkmak, ortadan kaldırmak…

Sevgi bir adım atmaktır cehaleti yıkmak için.

SINIRLAR

Doğduğun coğrafya, aile, çevre kaderin olmaktan çıkmalı. İnsanlar kendi kaderlerini kendileri belirlemeli. Özgür olmalı.

Hep takılıp kalıyoruz bu özgürlük kavramına. Nereye kadar özgürüz. Özgürlüğün sınırları nerede başlar nerede biter. Genlerimiz belirleyici bir özellik mi?

Büyük resme bakıyorum her yerde bir sınır var karşımda. Önce ülkeler belirlemiş sınırlarını. O sınırlar içerisinde doğup yaşayan her canlı o ülkenin kölesi. İstediği gibi sömürüyor. Rejim adını verdiği kurallar silselesi ile. Rejimi kuralları o ülkede yaşayanlar belirlemiyor mu diyeceksiniz şimdi. Güldürmeyin beni. Komik oluyorsunuz. Bir avuç imtiyazlı azınlık yada şanslı azınlık. İsimleri, tanımları değişse bile yaşadıkları yaşattıkları birbirine benziyor. Kurallar hep tek taraflı. Adalet hiç yok. Çok ama çok azında belli belirsiz bir umut var. Ülke sınırları dedik, aklınıza hemen komşu ülke ile olan sınır çizgisi geldi değil mi? O iş öyle o kadar basit değil.

Bir pasaporttan ibaret değil ülke sınırları. Gelin beraber bakalım ülke sınırlarına;

1) Resmi dili.

2) Resmi dini.

3) Vergi sistemi.

4) Yönetim biçimi.

5) Etnik köken yalanı.

Hala en büyük sınır dil sınırıdır. Büyük belirleyici etkendir. Koyun gibi insanları gütmek için özellikle. Bu yazıyı bile yazarken kendimi sınırlandırılmış hissediyorum. En derin konu aslında bu. Sayfalarca konu hakkında yazabilirim. Bana göre gelişimin ilerlemenin önündeki en büyük engel. Dünya üzerinde Dil Devrimi yapabilmiş yegane ülkede doğmuş olmak büyük şans. Ne yazık ki bunu zerre kadar anlamayan birilerinin arasında yaşamak da bir o kadar şanssızlık. Bu nokta da biliyorum diğer sınırlar sosyolojik olarak birbirini etkiliyor. Dil konusunda takdir ettiğim bir ülkede Japonya. Başarılarının altındaki en önemli sırlardan biri de dil ile ilgili sınırlarının genişliği olduğunu düşünüyorum. Farkındaysanız dil ve dil devrimi üzerine neden yapıldığını düşünmediğiniz birçok polemik dönüyor ortalıklarda. Nedeni hep bu sınır meselesi. Dil ilk ve en belirleyici sınır hala.

Çıkıp birilerinin bi gece de atalarımızın mezarlarında yazanları okuyamaz hala geldik demesinin de nedeni bu. Bunu ona söylettirenler biliyorlar nedenini ama söyleyende bi haber. Kendisini sınırlayan dikenli tellerin arasında kendi sonunu bekliyor. Okuyup geliştireceği bir geleceği yok. Hayali bile yok.

Dil üzerine daha çok yazacaklarım var ama bugün tüm yükü birden yüklemiyeyim omuzlarınıza. Nasıl olsa “SINIR” tek bir güne, tek bir makaleye sığabilecek bir yazı değil. Bir sonraki yazıda din ile devam edeceğim. Arada dönüp din ile dil bağlantısını konuşacağız.

Sevgiyle dolu bugünüz olsun

Okan Dinç

MARATON

Hayatımız aslında bir maraton. Kimi zaman düz kimi zaman bayır.

Bir grup arkadaşım her sene İstanbul maratonuna katılıyor. Bu sene ısrarlara dayanamayıp ben de aralarında yer aldım.

 

Kocaman bir grup olduk ODTÜ olarak. Maratona her katılanın başını döndürüp baktığı bir grup.

Ancak o kıskanılan kalabalığın içerisinde biz Makine Mühendisleri farklı bir birliktelik sergiledik. Yılların dostluğunu taşıdık Asya’dan Avrupa’ya.

Dostluğu

Arkadaşlığı

Bir damla göz yaşını taşıdık.

Kucak dolusu sevgi götürdük bizi karşılayanlara

Burs bekleyenlere umut olduk.

Dünden aldık

Bugünü yarına taşıdık.

Köprüden geçen binlercesinden farklı olarak dostum seni taşıdık sırtımızda.

Seneye daha büyük bir birliktelik sergileyeceğiz.

Daha kalabalık

daha büyük bir umut olacağız.

 

BALKONDAN SIZANLAR

Bugün kuzenim bir videoyu paylaşınca yazmadan edemedim.

Video böl ve yönet üzerine hazırlanmış

Seyredenleri kendi fikirleri içinde fikirsizliğe sürükleyecek cinsten

Kendin pişir kendin ye demogojisine katkı.

Bir balkon kilasiği başladı biliyorsunuz.

Kazanan da çıkıyor kaybeden de

Balkon deyince eskiden bizim aklımız biraz muzır çalışırdı.

Hanımefendilerin göğüslerine verdiğimiz yüzlerce isimden sadece biri idi.

Konuyu daha fazla dağıtmadan biz yeni Balkon imajına gelelim.

Gelelim ki muzır neşriyat olupta poşetlenmekten kurtulalım.

Bu balkon siyasi liderlerimiz seçim sonrasında

Nedenini hala anlıyamadığım şekilde parti binası önünde toplanan

Zaferi yada hüzünü yaşayan destekçilerine yapmış olduğu değerlendirme

Artık biz bunlara balkon konuşmaları diyoruz.

Her seçimde tekrarlanır oldu.

Ben doğrusu evimde televizyondan bile dinlemedim.

Neden biliyormusunuz?

Adım kadar emindim neler söyleyeceğinden de ondan

Seçim öncesinde

Her medyaya çıktığında, her meydan da ufak ufak imalar vardı zaten

Daha da önemlisi

Yandaş medya zaten tüm halkı bu konuda daha doğrusu

Halk farkında olmadan

Herkesi yeni ortama hazırlıyor.

Peki ezici bir seçim zaferi ile Balkona çıkan

AKP lideri, Sayın Başbakanımız konuşmasında ne mesaj verdi.

Bırakın herkesi kucaklarım masallarını

Muhalefeti kucaklamak istiyor ama o farklı bir kucaklama isteği olmalı

Yada takiye diyorlar bence takunyadan ileri gidemez.

Gelelim verdiği mesaja

Ağır rus masajı gibi yoğurdu tüm beynimi

“…Gözlerini Türkiye’ye çevirmiş, gelen haberleri büyük bir heyecanla takip eden, Şam, Kahire, Tunus, Saraybosna, Lefkoşe’yi dost ve kardeş ülkeleri muhabbetle selamlıyorum

 

….İzmir kadar, Şam kazanmıştır, Diyarbakır kadar Ramallah, Nablus, Cenin, Kudüs, Gazze kazanmıştır.

Sizin için sıradan cümleler olabilir.

Bir çoğunuz ne var bunda diyebilir

İşte asıl niye bu cümlelerde yatıyor.

Amerikan emperyalizminin takdir ettiğim en önemli yönü öğrenme yetisi

Öğrenip hatalarından ders alma ve düzeltme yetisi.

Hep sosyalizmin, komunizmin açıkları üzerine çalıştılar.

Bugün dünyanın en refah ülkesi Küba

Komünizmin en güçlü kalesi görünümünde öyle de

Çünkü Kemalizmin dinamik yapısının iyi uygulanmış bir modeli

Amerikan emperyalizm

Yada eski adı ile İngilizlerin herkesin kaybolduğunu düşündüğü Haçlı ruhu

İkisi arasında bir fark olmadığını anladığınız da bu olayları çözmeniz çok daha kolay oluyor.

Rusya da bile başarı sağladılar,

Sovyetler birliği adı altında yoplanmış ulusları dağıttılar.

Bölüp yönetmek için mi

Hayır farkında değilmisiniz

Siz venüste mi yaşıyorsunuz

Sovyetlerden dağılanları hemen Avrupa Birliğine aldılar.

Kalanı mı?

Merak etmeyin onlar içinde düşündükleri birşeyler var.

Şimdi sırada bir müslüman birlik kurma zorunluluğu var

Bu birliğin kurulabilmesi için tek zorunlu ve gerekli şart

HALİFE

O da hazır ellerinde

Elleri ile besliyorlar

Türkiye de seçimlerden çok kısa süre önce olanlara bakalım.

Kuzey Afrika da başlayan hareketlenme tek tek isim verilerek Suriye’ye kadar geldi.

Şimdi Başbakanımız ne diyor farkındamısınız,

Hepsinin gözü bizim üzerimizde diyor

Bu arada kim Türkiye ye dönme hazırlığı yapıyor acaba.

Çok az ne yazık ki çok az akıllı insan bunun farkında

Bu az sayıda akıllı insan da Osmanlı’nın yeniden doğuşu olarak bakıyorlar olaylara

Ama değil

Yeni adıyla Amerikan emperyalizmi, eski adıyla İngiliz Haçlı ruhu

Birleştiriciliği Osmanlının yapamıyacağını biliyorlar.

Çünkü hedeflerinde Orta Asya daki Müslüman Türki Cumhuriyetlerde var.

O yüzden Türk kimliğini yok sayan bir Osmanlı ile bunu yapamazlar.

Önce ülkede ki tüm etnik kökenleri say

Sonra mezhep ayrılığını körüklüyor görüntüsü ver

İnsanlar bölünme korkusunu iliklerine kadar hissetsinler

Mezhep çatışması çıkma korkusu ile yaşasınlar

Korku faşizm anayasasının değişmez ilk maddesi

İşte emperyalizm ilk önce bunu öğrendi.

Sömürüye isyan edenleri durdumanın yolu korku

Faşist baskılar.

Yönetmek içinde Lider gerekli

Müslüman kimliğin lideri ise Halife’dir.

Hala direnen Kemalist dinamizmi bu ülkede yıkabilirlerse

Küba ve takipçisi Venezuella’da da aynı yöntemi uygulayacaklardır.

Amaçları tek devlet kurmak değil

Tek sömüren olmak

Çözüm ise çok basit

Bizler Kemalizmin dinamiklerini kullanarak

Sosyal toplum olmayı ve Komünizmi herkese anlatmalıyız.

Komünizmin yıkıcı değil yapıcı olduğunu anlatmalıyız.

Bir arkadaşım dedi ki Komünizm itici geliyor kelime olarak insanlara

Onun yerine acaba Sosyalizm mi desek.

Gerekiyorsa evet.

Gün mücadele günü

“TOPLUMU KURTARMANIN EN BÜYÜK HAZZI DÜŞMANININ ZAFER KAZANDIĞINA İNANDIĞI ANDA ONU YENEBİLMEKTİR.”

Bizlerde kuralları, emperyalizmin açıklarını öğrenmeli

Bu açıkları kendi lehimize çevirmenin yollarını bulmalıyız.

Yoksa dün olduğu gibi 500 oy isterken 50 lerde kalırız.

Balkonda zafer edası ile ezbeletileni söyleyenlerin verdiği mesajı iyi anlamalıyız…

14/06/2011

BİR ÇİFT KANAT OLMAK

Martıyı özgürlüğe uçuran içgüdüsümüdür yoksa güçlü kanatları mı?

Biz demezmiyiz aklı kıt olanlara düşünemeyenlere kuş beyinli diye

Oysa bir kuş kadar özgürlüğümüz yok

Kuşun özgürlüğü çok düşünmesinden değil kanatlarından

Özgürlüğünü de gücünü de kanatlarından alıyor.

Kuş derken uçamayan deve kuşlarından bahsetmiyorum

Kuş derken leşlerle beslenen akbabalardan da

Özgürlüğün simgesi haline gelen Martılardan bahsediyorum.

Hiç düşündündünüz mü neden martılar özgürlüğün simgesi olmuştur

Neden Richard Bach Martı kitabını yazmıştır.

O martıya neden Jonathan adını vermiştir.

O kitapla beraber belki de özgürlük martı ile eş değer görülmeye başlamıştır.

Martılar kuş ailesinin içinde hava da en uzun süre kalabilen kuşlardır.

Buna göç etme yeteneklerine sahip kuşlarda dahildir.

Uçakların kanat hareketleri Martıların neredeyse birebir benzeridir.

Çok güçlü kanatlara sahip olan bir kartal bir atmaca dahi

Bir martı kadar uzun süzülemez hava da sanki hareketsizmişçesine duramaz

Bach bütün bu gözlemlerini hava da yapmıştır.

Bir pilottur Richard Bach

Dünyanın en büyük müzisyenlerinden biri olan Bach’ın ailesinden gelmektedir.

Jonathan ise tek oğludur.

Richard Bach kendini, özlelerini, hayatını kısacıcık bir kitaba sığdırmıştır.

Özgürlüğü Martının kanatlarına yükleyerek

Onun o gücü taşıyabileceğini bilerek.

Özgürlüğünüz zekanızda, düşünce zenginliğinizde değildir

Özgürlüğünüz ve geleceğiniz gücünüzle orantılıdır.

Dedikleri gibi deli kuvveti gerekir özgürlük için

Cahil cesareti gerekir

Özgürlükten, sevgiden bahsedenleri bir kibritin ucundaki 5 gram baruta kurban etmediler mi?

Şimdi bir bakın nasıl da özgürler kibrit tutkunları

Oysa kanatları olsaydı Madımak otelinde yananların

Kuş beyinlilerin kurbanı olurlarmıydı

Bazen düşünmek yetmiyor

Sevdikleriniz için güzellikler istemeniz yetmiyor

İnsanların insanca özgür yaşamalarını istemeniz yetmiyor

Bir çift martı kanat gerekiyor…..

 

(Bu yazı Sivas’ta bir hiç uğruna cahiller tarafından katledilenler için kaleme alınmıştır.)

 

2/07/2011

PENTAGRAM, WHITESNAKE, BON JOVI VEEEE JUDAS PRIEST

Ne hafta ama

Cuma Bon Jovi

Pazar Judas Priest

Değdi değdi…

Değmez mi hiç

TT Arena açıldı açılalı

Galatasaray’ım bile dolduramadı bu kadar

Ülkemde ne kadar çok Bon Jovi hayranı varmış meğerse.

Son dönem de Rock müziğin en önemli ilahı

Sesi, sahneye hakimiyeti seyirci ile diyaloğu ne kadar usta olduğunun göstergesi

Konserin başından sonuna kadar seyirciye hakimdi

Hem seyirci eğlendi hem de kendisi

Seyirci profiline gelince her kesimden insan vardı.

Benim gibi bir heavy metalcinin bile beğenisini kazandıktan sonra

Tek sorun TT Arena dan çıkış

O muhteşem stad neredeyse tek metroya muhtaç bırakılmış durumda

Pazar gününe 16:30 da Pentagram la başlamak istedim.

Çok kısa bir performans olsa da başarılı bir grup

Son dönemlerde Türkiye de yetişen ender iyi gruplardan biri

Tek sıkıntıları kendilerine güvenleri az.

Biraz daha ne yaptıklarını farkına varmaları lazım.

Metal yapmak zordur, heavy metal daha da zordur.

Bu zoru başarıyorlar ama bir kendileri farkında değiller..

Hele Aşık Veysel’in ünlü türküsü “Uzun ince bir yoldayım” yorumlarına bayıldım

Ardından sahne sırası Whitesnake’te idi.

David Covardale’in bir süre Deep Purple macerasından sonra kurduğu bir grup bu

Hani ayrılırken biraz da arkadaş ayartıp yaptığı bir ayrılık bu

Heavy Metalin tüm iyi grupları gibi Whitesnake de İngiliz bu grup

Kıskanıyorum bu İngilizleri ne yapayım

David Covardale kendi grubunu kurmasınıa kurdu güzel şeylerde üretti

Tek sıkıntısı kendini bulamamış olması

Fakat Chris Frazier’in drum solosu doyumsuzdu.

Hani diyebilirim ki 20 yıldır böyle bir drum solo dinlememiştim.

Kendisi de seyirci ile beraber coştu

Hele bagetlerini seyirciye fırlattıktan sonra eliyle soloya devam ettirmedi mi

Bittim bittim hani rahip sahne alana kadar da kendime gelemedim.

Rahip mi hep aynı deli İngiliz bu herif

Bu yaşta bu performans

Bu rahip hak,katen ingiliz çeliği

Rahip kimmi Judas priest tabii ki

Hemen hemen her albümünden seçmece parçalar seslendirdiler.

Sahne performansları inanılmazdı

Yine de benim için favori albümleri British Steel ve Nostradamus

Doyumsuz bir müzik zevki yaşattılar Küçükçiftlik Parkı dolduran 7 den 70 e fanatiklere

Evet evet 7 yaşında torunu ile gelen 70 lik dedeye bayıldım.

Bu sene Küçükçiftlik Park’ta dikkatimi çeken bir konuyu yazmadan geçemiyeceğim.

Konuyu çözemedim ama neredeyse tüm metal gruplarından önce

Hazırlıklar devam ederken hep AC/DC çaldılar,

Konser verecek grup çıkmadan önce ki son parça da Ozzy Osborne oldu

Ben konser verecek olsam bu duruma bozulurdum doğrusu

Kaçıran arkadaşlarım üzülün, kıskanın

 

11/07/2011

BEN BÖYLE EĞİTİMİN…

Sıcaklar geldi

Benim yazılar gitti.

Yazmam artık bu sıcakta

Parmağımı oynatmam derkennn

Bir haber,

“Kuran Kurslarında yaş sınırı kalkacak”

Bakan açıklamış efendim.

Artık kundakta vızıklayan bebe bile

Daha emmeyi öğrenmeden Kuran kursuna gidecek

Yaş sınırı yok

Gider mi

Gider tabii

6 yaşındaki kızının başını sarmalıyan zihniyet gönderir

Birden aklıma geldi

Herkes gider Mersine

Bizimkiler tersine

Sahi Kuran Kursları ilk ne zaman açılmıştı

Bilen hatırlayan var mı?

Cumhuriyet döneminde ilk Kuran Kursu İsmet İnönü döneminde açılmıştı

Ağzınız açık mı kaldı evet

Sonra imam hatipler liseleri açıldı

Sonra arapçayı Kuran’ı ingilzce okuyup öğrensinler diye

Anadolu İmam Hatip liseleri

Türkiyenin her ilinde bir Üniversite ve her Üniversite de bir ilahiyat fakültesi

Eh imam hatipli bir Başbakanımız da oldu Allahın izniyle

Ben de merak ederdim ne yapacak bu imam hatipten mezun olan arkadaşlar.

Öğrendim ki Başbakan olacaklarmış.

Yakındır imam olmayana iş yok deneceği günler

Sonra buyuırurlar yerli araba yapın hieeeyytt

Oku üç kulluva bi elham olsun sana motor

Hadi 2 yasin devirdin mi kaporta tamam

Sureleri ezbere okuyabilenler den bankacı yapacağız

En zoru avukatlar neysi ki fetva geldi de yırttılar yalan serbest 2 nisa suresi bir felak bir naz yetecek

Yılbaşından bu yana 130 kadın ölmüş kimene

bak bunu yazana kadar bi tane daha gitmiştir

Sayı vermeseydim keşke

Neyse ki devletin çok önemli bir sorunu halledildi

Kuran kurslarında yaş sınırı kalktı

Bebeler kurslara

Ramazan da geldi valla tam zamanıydı bu yaz sıcağında

Bağla bebelerin başına naylon

Gönder kursa

Son umudum Menekşeler

….

29/07/2011

YÖNETİCİ OLMAK

Yönetici olmak kolay değil

Birçok kişi yönetmeyi koyun gütme ile karıştırıyor

Karıştırmayın efendim koyun gütmek daha zor

Öküzün patron olduğu ahırda çoban olmak gerçekten zor.

Nerden çıktı bu şimdi demeyin

Bu sıcakta yazdım ama kesmedi

Herşey bitti Kuran kurslarında yaş sınırı kaldırıldı

Haber beni derinden yaraladı

Günlerdir elma haberlerini okumaktan sıkıldım diyordum ki

Bugün iki elma haberi daha

İster bir şirketi yönetin isterseniz bir ülkeyi

Yönetmeyi bilirseniz bir ülkeden fazlasınız demektir

Bugün iki elma haberini Kuran kursu haberi süsleyince

Bir yazı yetmez iki olsun dedim

İlk elma haberi Amerika Birleşmiş Arpalıklar Topluluğu açıklamış

Kasalarında bu koskoca ülkenin

Dünyanın bütün denizlerinde filoları olan

Elini kıçına sürüp dünya üzerinde bokunu silmediği ülke kalmaya

Sıkıştımı bedava para basan ABD nin kasasında nakit 73 milyar dolar civarında para varmış

Nedir  ki bu para elmanın elinin kiri

Elma şirketinin kasasında 76 milyar dolarcık varmış

Haberdeki fotoda afilli hani

Elma nın si i o su arkasinda amerikan bayrağı parmağını sokarcasına uzatmış

Valla da billa da Sadettin Teksoy u taklit etmiş bu adam

Ama akıllı adam

Daha bu haber soğumadan hemen basına yenisi servis edilmiş

Dınını nıııımmmm

Elinde farklı bir ifon la bir elma çalışanı görüntülenmiş

Anaaaa

Basın hemen uzmanlara sormuş ne ola ki bu

Ne menem birşeydir

Uzmanlar açıklamış efendim rahat olun

Bu olsa olsa ifon 5 olurmuş

Uzmanlara sormuşlar, elma da kimse yok ya sorulacak,

Ne zaman çıkar bu?

Ekim de paraları hazırlayınnn

76 milyar doları ikiye katlıyacağız

Bak si i o kardeşim gel senin sabileri de Kuran kurslarına gönderelim

Gel seni de bi aylığına müslüman yapalım

Gel temizlen sende

Yok kardeşim adam yönetici

Yönetiyor, pazarlıyor, geliştiriyor

Adam daha piyasaya çıkarmadan satışını garanti altına alıyor

Benim oğlan aradı hemen babaaaa

Ne var oğlum

Baba bu ifon 4 ü sna yada anama verelim

Ekim de bana ifon 5 al

Hadi sıkıysa alma

Muhalefette kim var bilmiyoruz ama öğrendik ki elmanın 375 tane mağazası varmış

Öğrendik ki

Çin de sahte elma mağazaları varmış

Öğrendik ki

Bu sahte mağazalarda çalışanlar salakmış

Öğrendik ki

Bu salaklar kendilerini elma çalışanı sanıyormuş

Öğretmedikleri mi

O sahte elma mağazalarını açanında elma olduğu

Yönetici olmak, çoban olmak değildir

Çoban olmayı başaramayanlardan yönetici olan bir yerdeyiz

….

29/07/2011

KORKU KRALLIĞI 4

Korkutulduk dostlar yıllar boyunca korkutulduk.

Korkular eğitmeyi bilmeyen ebeveynlerimiz ile başladı

Eti senin kemiği benim diyerek teslim edildiğimiz

Bugünlerde atama derdine düşürülen eğitmenlerimizle devam etti

Sonra birileri çıktı “Vurulduk ey halkım” dedi

Kendisini nerelerde görüyorsa

Bütün halk onun ya

Yok yok merak etmeyin konuyu saptırmayacağım

Bunun konumuzla ilgisi yok

Korku deyince tüylerinizin ürperdiğini hissettim

Biraz rahatlayın istedim.

Meraklanmayın sıkışınca bende korkutmaya çalışıyorum oğlumu

Baktım yetmedi yapıştırıyorum tehtidi

Biz zamanında korkardık.

Yıllarca islamın 5 şartını ezberlemezsem

Gözümdeki ilah babamın cehennemde yanacağı ile korkutuldum

Sadece ben mi o dönemde yaşamış çevremdeki tüm çocuklar

Korku hikayeleri anlatıldı hep

Peygamber efendimiz çıkmış gezmeye

Yolda bir çoban ve oğlu ile karşılaşmış

Sormuş çocuğa yavrum islamın şartı kaçtır

Çocuk doğru cevap verdi baba cennete

Bilemedi babası gözlerinin önünde taş

Daha okuma yok yazma yok

Cennet ne ola ki huriler var oğlum

Huri ne işe yarar

En iyisi cehennemi anlatalım biz sana

Cehennem mi o da ne

Dokun bakayım şu çaydanlığa

… Ahhhh sıcakkkkkkk

Cehennem bundan 1000 kat sıcak

Aç bakayım ağzını ye şu isotları

… Yandııımmmmmmmm

Cehennem de için 1000 kat daha fazla kavrulacak

Ya biz cennetten bahsediyorduk

Hani huriler filan

Bırak şimdi hurileri sen anlamazsın

Yaşına uygun değil onlar

Ezberliyeyim ben islamın şartı beş

Ne de olsa ezberlemezsem babam yanacak cehennemde

Daha hikaye çok

Arayan serpiştirilen ise din güzellik demek

Korkut korkut sonra …

Hayata korku ile başlayanların kaç tanesi o korkulardan sırılabiliyor

Uzmana soruyorsun korkunun üstüne git diyor

Sıkıyorsa sen git

….

07/09/2011

SEBEBİN OLMAK

Tolstoy der ki!

“Tek önemli vakit vardır, içinde bulunduğunuz an. O an en önemli vakittir, çünkü… Sadece o zaman elimizden bir şey gelebilir. En önemli kişi, kiminle beraberseniz odur, zira hiç kimse bir başkasıyla bir daha görüşüp görüşmeyeceğini bilemez ve en önemli iş iyilik yapmaktır, çünkü insanın bu dünyaya gönderilmesinin tek sebebi budur.”

Hayat ile ilgili hep bahaneleriniz vardır

Oysa sebepleriniz olmalı

Sevmek için

Sevilmek için

O anı yaşamak için sebepleriniz olmalı

Tolstoy un bu sözü ile

Evlenme teklifi yapılabilir
Sonuna;

Benimle hayatı paylaşırmısın,

Benim sebebim olurmusun

diye ekleyerek…

Evlilik sebebin olmak değilmidir

Hayatı paylaşmak

İyi anı

Kötü anı

Hastalığı

Gülmeyi

Kızmayı paylaşmak değilmidir

Hayatı paylaşmak

Beraber çay içmek

Birlikte kahvaltı edebilmek

Akşam yemekte göz göze gelip gülümsemek

Koluna girip başını omzuna koyabilmek

Denize bakarken suyun sesini duyabilmek için

Konuşmadan dakikalarca durabilmek

Tenini kokunu paylaşmak

Elinde oynadığın oyuncağı paylaşmak değilmidir

Daha binlerce sebep bulunabilir paylaşmak için

Hayatı çekilmez hale getirmek için

Üreteceğiniz bahaneler;

Yakanı düzelt

eee sustun sen de

Muhabbetinde hiç çekilmiyor

Ne buluyorsun ki bu elindekinde

O sabah banyodan çıktığın halde yıkanmadın mı sen

Paylaşmak için değil hayatı zehir etmek içindir…

Siz paylaşacak sebepler bulun

Siz hayat için birilerinin sebebi olun

….

27/09/2011

KEMİK KIRAN SABRİ

Adı Sabri

Lakabı Kemik Kıran

Sokağımızın en şahsiyetli varlığı

Kadınların ve çoğu genç kızın korkulu rüyası

Önünden göz göze gelmemeye çalışarak geçtiğimiz

Yine de kadın erkek çocuk yaşlı hepimizin sevdiği

Sabri

Kemik kırarken çıkan ses tüylerimizi diken diken ederdi

Kadın erkek fark etmez hepimiz bakışlarından çekinirdik.

Sokağın sol üst köşesi ona aitti

Çocukluğumun geçtiği bu sokak

Sabri sayesinde bu sokakta tek bir hırsızlık olmamıştı

Mahallede hırsızların ziyaret edemediği tek sokak bizimkiydi.

Sabri tüm bu sert mizacına rağmen biz çocukların en iyi oyun arkadaşı idi

Top oynarken

İp atlarken

Cilli yuvarlarken

O hep yanımızda olurdu.

Ama özellikle çelik çomak oynamayı severdi

Ah bir de kemik kırmasa

Sokağımızın çocuklarını 3 sokak ileride ki okula götürür

Çıkış saatinde gelir bekler

Güvenle evlerine teslim ederdi

Figen vardı bizim sınıfta

Karşı komşunun kızı

Çok severdi Sabriyi bir gün kemik kırışını seyredene kadar

O günden sonra Sabrinin değil hep benim yanımda gidip geldi okula

Yine de bilirdim benden çok Sabri ye güvenirdi

Yağmurlu bir günde hastalandı Sabri

Sokağın köşesine çöküverdi

Yağmura ve sokakta akıp giden sele aldırmadan sokaktaki tüm çocuklar ve kadınlar

Toplandık başında

Elimizdeki tek şemsiyeyi Sabrinin üzerine tutuyorduk ıslanmasın diye

Titriyordu

Bakışları hüzünlü

Bizi bırakıp gitmek üzüyordu onu belli ki hastalığı değil

Fato teyze koşarak eve gitti

Elinde akşam yemeğinden kalan kemikler

Dedim ya Sabri çok severdi kemik sıyırmasını

Çıtır çıtır kırmasını

O sıradan bir sokak iti değildi

O Sabri idi

Donup kalan bakışlarımızın arasında

Tüm acısına rağmen huzur vardı yüzünde

Koşarak eve gittim

Yatağımdan sökercesine aldığım battaniyem de işe yaramadı

Sabri titriyordu

Artık yağmur ıslatmıyordu göz yaşlarımızın üstünde

Kayarcasına gitti

Sabrinin bu kısa hikayesini Kadına el kaldırmayı marifet sananlara it denilmemesi için yazdım. Son dönemde artan bu tip şiddet olaylarına dikkat çekebilmek için… Sevgi verin çevrenize sadece sevmesini öğrenin ve öğretin…

18/10/2011

NACİ

Orta Doğu Teknik Üniversitesinde ikinci yılımdı.

Tüm kampüse tepeden bakan 8. yurtta kalıyorduk.

En üst katta

Bizim odamızın manzarası Eymür gölüne doğru uzanan ormanlık alandı

Bu alana girmemiz yasaktı.

Pencereyi açıp ormanı koklayıp derin derin içime çekerdim.

Odalar 6 kişilik idi.

İki odayı birbirine bağlayan koridorda elbise dolapları,

Bir oda kapısının yanında tuvalet diğerinde duş bulunurdu.

Bizim odaya bir yan odaya iki yeni arkadaş katılacaktı.

Mezun olanların yerine değil…

12 Eylül baskısı hala devam ediyordu bu 3 arkadaşta yurttan bir gece yarısı alınıp götürülmüşlerdi

Tutuklandıkları bilgisi ise haftalar sonra gelmişti bize

Odanın ortasında bulunan çalışma masamı açmıştım ki içeriye Confucius girdi.

Biz ona Confucius derdik, sakinliği, sabrı ve bilgisi ile bunu hakediyordu.

Koridora çıkıp elbiselerimi dolaba yerleştirmeye başlamıştım ki

Yan odaya gelen ilk çaylağı gördüm….

Gülümsedim ve elimi uzattım…. Naci dedi

Üzerinde kahverengi bir ceket

Beyaz bir gömlek

Kahverengi hafif cizgili kalın bağlı bir kravat

Ve muntazam ütülü kahverengi bir pantalon

Gürbüzün alt ranzasına yerleşmişti.

Gürbüz mü dünya tatlısı bir insan.

Yardım sever başı herkesle barışık biri

Gürbüzümün çalar saati ortadaki çalışma masasının üstünde durur ve yan odadan bizi bile uynadırırdı sabahları.

Naci, ben odada iken yerleştirdi diye düşündüm dolaplarını

Oturduk bizim odada

Biraz anlattım yurt nasıldır

Neler yapmalı

Naci Fizik Bölümünü kazanmış çok idealist

Konuşmayı da fazla sevmiyor.

Gözlerinde bir ürkeklik var.

Güneyden gelmiş Naci, Mersin den

Bahsetmedi ailesinden ve  arkadaşlarından

Sıkmayı sevmem

Girdim koluna gel sana yurdu gezdireyim dedim

Etüd odasını

Genel tuvaletleri

Danışmayı ve görevlileri

2 adet 2,5 lira ile çalışan telefonu

Odasından çıkmayı sevmeyen Yurt Müdürünü

Ve kantini, maç seyretmek doyumsuzdu

Hele hele derbileri

Israrım karşısında zorla bir bardak çay içti Naci

O akşam gördüm çizgili pazen pijamalarını

Yatma vakti gelene kadar o kravat ve ceketle oturmuştu odasında

Sonra sessizce giyivermişti pijamalarını

Her sabah olduğu gibi Naci herkesten önce uyanmıştı

Koridorda gözlerimi açmaya çalışırken gördüm kahverengi ceketi ve kravatı ile Naciyi

Bana gülümseyen bir yüzle günaydın dedikten sonra hızlı adımlarla çıktı koridordan

Merdivenlere yöneldi…

Neden sonra fark ettim ne bölümlerden gelirken ne de giderken kimse farketmiyordu

Birden odaya döndüm ve camı açıp aşağıya doğru bakmaya başladım.

Suskunun kapat şu camı donuyorum hasta edeceksin bizi demesine aldırmadan.

Naci merdivenlerden indiği hızla yurttan çıkıp bölümlere doğru gözden kayboldu

Üzerinde beyaz çizgili bir gömlek,

Kahverengi çizgili kalın bağlanmış kravat

Kahverengi bir pantolon ve ceket

….

Alacakaranlıkta yere önce kartanesi mi yoksa yağmur damlası mıydı düşen

Hangisi diğerinden ağır bir kar tanesi eridiğinde su damlasından ağır gelirken

Bir su damlasının yer çekimine yenik düşmesi mi mucize

Avucuma konan kartanesi mi verecek cevabı

….

Ankaranın ayazı kalın süet kabanımın altında beni de yakalamaya başlamıştı

Kütüphaneden çıktığımda gün ışıklarını alıp gitmişti ODTÜ’den

Bölümler arasında salına salına yürüdüğümüz yol lambaların cılız ışığında

Yemekhaneden başka ışıldayan bir bina kalmamış

Yemek vaktinin son anları

Yemakhaneye giden kalmamış girip girmeme kararsızlığında yolun karşısında

Bir karaltı titrek ürkek adımlarla yemekhaneye bakmaya çekinircesine

“Naciiii”

Sanki adını ilk defa biri sesleniyormuş gibi olduğu yere çakıldı

Dönmeye çekiniyordu

Bir nefeste yanına gittim

Koluna girdiğim gibi hadi yemeğe gidelim dedim

Yalnız yemekten hoşlanmıyorum

Direnmek istesede bir süre

Çaresizliğine yenik düştüğünü hissediyorum

Üzerinde beyaz çizgili gömlek

Kahverengi çizgili kalın bağlanmış kravat

Kahverengi ceket ve pantalon

Üzerimdeki süet kabanı ağırlaştıran yemekhanenin sıcaklığı değildi

Utancımdı

Aradan geçen aylara rağmen gözümün önünde göremediğimdi

Bir ceket gömlek ve kravatla kara kışa meydan okuyan cılız bedeni ile Naci idi

Karşımda titreyen elleri ile yemeğini kaşıklamaya çalışan

Naci ağzından kaçırmıştı 10 gündür ilk defa yemek yediğini…

İşte o gün başladı benim mesaim

Naci tanıdığım en gururlu insan

Yardım kabul etmeyecek kadar gururlu

O gün anladım neden herkesten önce gidip karanlığa sığınıp geri geldiğini

Gençlikti utancım

….

Akşamları ucu koparılmış sandeviçler

Naci ye kabul ettirmenin tek yolu idi

Naci yiyemedim

Naci bitmedi ya atılmasın şu yazık

Utanan kızaran yalnızlıktı artık

Yine de gözümdeki Naci’nin yalnızlığı değildi

Hala görememiştim bu sığ suda Naci’nin yalnızlığını

Çizgili pazen pijama ile biten günlerini…

Susku’nun hırsla kapıyı çarpması ile kaldırdım başımı

Kulaklığıma ve kulağımda Ozzy Osbourne nin sesine rağmen

Kulaklığı çıkardım ki duyabileyim neden bu şiddet

Susku; “Ya bu herif delirmiş az önce döktü çöp tenekesini çöpleri ayırdı”

“Kağıtları bir yere, yumurta kabuklarını özellikle sağa”

“Dönüp birde demezmi sigara içmek sağlığa çok zararlı çöpte bile yeri olmamalı bunların. Sen de içmemelisin huzuru içinde aramalısın diye”

Naci, sonunda Susku’yu da doğru yola hak yoluna davet etmişti

Bir süredir yurdun girişinde ki panoya ilahi yazılar asmaya başlamıştı

İki odada hak yoluna davet etmediği tek kişi kalmıştı o da ben

Neden ben diye hiç sormadım ona

Naci sessizliğini her bozduğunda birilerine iyi olmalarını söylüyordu

….

Her Salı gecesinin klasik görüntüsü idi

Koşturarak 23;40 son otobüsü yakalamaya çalışan bir gurup genç

“Ali hadi koş kaçırmayalım. Burhan sen birşeyler söyle”

Briç kulübünden turnuvadan dönüş

“Hadi elleri otobüste tartışırsınız.”

Ali hem liseden arkadaşım hem yurttaki odamdan

Ali; “Gelmeyecek misin odaya”

“Sen çık hadi ben biraz odalar arası tavaf edeyim” dedim Ali’ye

Murat, Serdar derken yeni günden kayıp giden saat 2 olmuştu

Merdivenlerin sonuna geldiğimde farkettim Naci yi

Beni görünce gözleri ışıldadı Naci’nin

Sesindeki sevinci hissedebiliyordum….

Derin bir nefes alıp, “Okannn” dedi..

“Efendim Naci”

“Okann ben saati soracaktım sana seni bekliyordum.”

“Naci, saat 2 olmuş. Sen neden hala ayaktasın.”

İlk defa görüyordum Naci’nin geceyarısını geçirdiğini

Gürbüz geldi yanıma

“Bu deli akşam yediden beri merdivenin başında bekliyordu. Seni mi bekliyormuş…” deyince

Yüreğime oturan ateşin nasıl olupta tüm bedenime buz kestiğini hala anlayamıyorum

“Gürbüzüm, başı her başla barışığım. Başının üzerinde duran saate bakmak neden zul geldi Naci’ye bilemem ama saati sormak için beklemiş onca”

Ertesi gün soluğu müdürün odasında aldım.

Benim zorlamamlada olsa ailesini aradık

O gün öğrendim Naci’nin gözümüzden kaçırdığı kaderini

Ailesi daha hiç para göndermemişti Naci’ye

Bizden başka kimsesi yoktu Naci’nin

Bizde onu kaderi ile başbaşa bırakmaya karar vermiştik

Bin kişi bir olamamıştık sahip çıkamamıştık

Müdür ile beraber Hacettepeye sevk evraklarını hazırladık

İkna etmek bana düştü

Düşen aslında okuldaki bizlerdik

Gözümüzün önünde yalnızlığına terk ettiğimiz Naci değildi

Naci dostum, arkadaşım bugün olsa seni yalnızlığa mahkum etmezdim….

Ben GURURU Naciden öğrendim, insanlık onurunu da

Kendi ellerimizle Hacettepe Psikiyatri bölümüne gönderdiğimiz Naci’den bir daha haber alamadık.

Sormak aklımıza gelmedi…

11/11/2011

YAKALIM GİTSİN

Baharın ilk günleri idi.

Güneş Ankara’da kendini göstermeye başlamıştı.

ODTÜ yurtlar bölgesi sakinleri güneşli pazar gününün tadını çıkarıyorlardı.

Susku, Confucius ve ben ikinci yurdun önünde çimenlerde uzandık.

Gözlerim az ileride basket oynayanlarda, kulaklarım bizimkilerin sohbetinde

Aklım basket oynayanlarda ama bahar çarpmış bedenimi

Müdavimler sahada, Süha, Bülent, Levent

Serdar saha kenarından taktik verip laf atmadan duramıyor

Mavi okul otobüsü geldi şehirden içinde 3 kişi ile

Kim gelir ki bu saatte şehirden diye düşünürken

Boynuna çarpraz astığı çantası ile Nihal indi

Aklı şehirde kalmış gibi

Antalya’lı o bu güneşe inat kalın giyinmişti

Suskunun sesi ile irkildim “Hadi şehire gidip içki alalım.”

“Ne içeceğiz?” dedi Confucius “Votka mı rakı mı?”

Susku, “Votka alalım kokmaz bari.”

Confucius, “Kim gidip alacak peki? Yanında portakal suyuda alsın.”

Tembel bunlar tembel

Bana baktılar…

“Tembel tenekeler hadi gidip aldım getirdim burada nerede içeceksiniz?” dedim.

“Hadi kalkın beraber gidelim şehirde içeriz.

Tunus caddesinde kuruyemişçiden alırız votka ve portakal suyunu

Gider Kuğulu Parkta içeriz.

Hem sizi kuğularla tanıştırırım.” diye sözlerimi tamamlayıp gülümsedim.

Confucius, “O kadar sık gidiyorsun ki kesin tanımışlardır seni.”

Susku birden kalktı ayağa “Hadi o zaman yetişelim otobüse.”

“Ali ile Ufuk’u da mı çağırsaydık?” diye teklif ettim.

Susku, “Otobüsü kaçırırız, hadi çabuk olun.”

Anlaşıldı ben bunları bu işten vazgeçiremiyeceğim.

Mavi otobüsle ile biri Tunus caddesinden diğeri Sıhhiye köprüsünden düzenli seferler vardı o dönemde.

Son 23:40 servisi ise Güvenpark’tan kalkardı.

Fikir kimden çıktı hatırlamıyorum ama Meclisin önünde ki ağaçlık yeşil alanda içmeye karar verdik.

Bir büyük votka, 1,5 litrelik portakal suyu ile soluğu Meclisin önündeki yeşil alanda aldık.

Bahar mı çarpacak yoksa votka mı derken

Hızlı bir giriş yaptılar hem sohbete hem votkaya

Sohbetleri baldan tatlı

Siyaset sohbetin kaymağı

Şişenin dibi nasılda hızlı geldi.

İstemesemde açtık ikinci şişeyi

Bizimkilerin kanı iyice sulandı belli ki

Artık farklı akıyor sohbet

Kelimeleri başladı peltekleşmeye

“Yakalım” abi demezler mi?

Derler demesine de

Der demez şişeyi çimenlere dökmeye çalışmasalar

Zor aldım ellerinden

Bu meclis işe yaramazmış

Yakacaklarmış kökünden

“Hadi biraz yürüyelim. Kuğulu parkta elinizi yüzünüzü yıkarız”

Onlar şişeye saldırıyor, yakacaklar…

Benim çabam ise ikisini de ayakta tutabilmek

Ankara bürokrat şehri, Pazar oldumu sessizlik çöker üstüne

Yolda tek tük insanlar ve arabalar

Susku sarılmaya kalkmasaydı kuğulara birer kahve de içirecektim

Tunus caddesine doğru yürüyoruz ama

Susku sağa doğru yönelirken

Confucius sola çekeliyor beni

Balans ayarı gerektiren araba gibiyim.

Tunus caddesi sağlı sollu arabalar park etmiş.

Ankara’nın tüm arabaları bu caddede sanki

Büyükelçiliklerde çalışanların çoğu burada otururdu

Tutturdu benimkiler

“Burada bir arabayı yaksak hepsi yanar ver şişeyi bize” diye

Bir birini dayıyorum bahçe duvarına bir diğerini.

Şişeyi bir apartmanın bahçesine boşaltmakta buldum çareyi

Şişeden umudu kesince sulamasalardı güzelim Amerikan arabasını

Hem de o kadar söyledim bunlar sulanınca büyümez diye

O gün hem meclisi kurtardım yanmaktan hem de yabancıların arabalarını

O günlerde yaktığımız dostluk ateşi ise hala yanıyor içimizde…

 

20/11/2011

ALPTEK

ODTÜ anıları biter mi?

Alptekin namı diğer Alptek Makina Bölümünden arkadaşım.

Tanıdığım için şanslı ve mutluyum diyebileceğim hayatımdaki ender insanlardan biri.

Yanında kendinizi neşeli mutlu hissedebileceğiniz bir dost.

Alptek ile tanışmam 2. yurdun kantininde oldu.

Bursa Anadolu Lisesinden gelmişlerdi üçü de; Alptek, Murat ve Tansel.

Levent, Süha ve Serdar ile birlikte oturuyorlardı.

Tam bir Bursalılar toplantısı gibi

Levent tanıştırmıştı hepimizle. Murat ile aynı mahallede oturuyorlardı Bursada.

ODTÜ de onların birinci senesinin bizim ikinci senemizin ilk günleri idi.

Biz üniversitede onlar lisede hazırlık okumuşlardı.

Çayımızı içip konuşuyorduk

Sohbetin konusu ODTÜ ve yurtlar üzerine yoğunlaştığı bir anda

“HHHAAAAKKKK TTUUUUU” ve hemen peşinden “HHÜÜÜÜÜÜÜPPPPPPP” sesi duyuldu

Katindeki tüm gözler hemen bizim gurubun üzerinde yoğunlaştı.

Evet sesler Alptekinden çıkmıştı

Bu ufak tefek yüzünden gülücük eksik olmayan adamdan.

Yurtlar bölgesinin Alptek ile tanışmaları böyle olmuştu.

O gün anlamıştım Alptek, hayatımızda sevdiğimiz bir renk olacaktı.

U3 te yani okulun en büyük anfisinde ilk fizik dersimizdi.

Dersten kalan arkadaşlarla beraber sınıf mevcudumuz 300 kişiyi buluyordu.

Önümüzde zorlu bir dönem gözüküyordu.

Dersi veren öğretim görevlisinin ciddiyetini anlatmayan kalmamıştı.

O gün bölümdeki arkadaşların da Alptek ile tanışma zamanı gelmişti.

Elinde bir kova ile gelmişti

Birde ip.

Kısaca anlattı senaryoyu

Anfinin sağ ön tarafında aldık yerimizi

En ön sırada Alptek, önünde kova ve kovaya sarkıttığı ip.

Arkasında her sırada ikişer kişi bizler.

Erdoğan hoca karşı kapıdan göründü.

Bir taraftanda mikrofonu boynuna asmaya çalışıyor.

Kürsüye doğru ilerlerken “Günaydın” dedi ve

Kovaya ipini sarkıtmış Alptek ile gözgöze geldi

Şaşkın bir ses ile “Oğlum ne yapıyorsun?” diye sorma gafletinde bulundu.

Alptek gayet sakin “Balık tutuyorum.”

Başını kovaya doğru uzatarak “Oğlum oradan balık çıkarmı?”

“Çıkmaz mı hocam?”

“Çıkmaz tabii”

Kovadan ipi çeken Alptekin “Arkadaşlar burada balık yokmuş.” sözü ile

Hepimiz asıdık küreklere,

Biz kürek çeker gibi yaparken anfide sanırım kahkaha atmayan kalmamıştı.

Bölümün Alptek ve Bursalılar ile tanışması idi

Alptek, U3 önündeki uzun eşşek oyunlarınında vazgeçilmez oyuncusu idi

Yoğun geçen bir haftanın acısını çıkarıyordum yurttaki yatağımda

Başım yastığı gördüğü anda gözlerimi kapatmıştım.

Kolay kolay gördüğüm rüyalarımı hatırlamam

Bu sefer rüyamda Alptek bana sesleniyordu

“Okaaannnn, Okaaannn” fısıltı ile karışık bir sesleniş.

Odadaki arkadaşları uyandırmamaya çalışarak

Hani koluma çimdik atmasa

Etim acımasa ben rüyamda güzel güzel konuşurdum ya

“Ne oluyor, saat kaç?” dedim uyku sersemi

“Beşe geliyor”

“Eeeee”

“Kalk kalk hadi Eskişehir’e gidiyoruz bira içmeye”

Alptek’e hayır demek mümkün mü.

Şeytan tüyü var bu adamda

Bülent, Süha, Alptek ve ben Yurtlar bölgesinden Eskişehir yoluna kadar yürüdük.

Pazar gününün ilk ışıkları ile girdik Eskişehir’e

Ne mümkün o saatte açık birahane bulmak.

Oturduk, otogar yakınında bir sabahçı kahvesine

Bira da varmış çay da

Başladık ohel ile

King oyunun tüm çeşitlerinden sonra briç derken

Havanın kararması ile dönelim artık dedik.

Birahane niyeti ile geldiğimiz Eskişehir’de

Sabahçı kahvesi ve müdavimleri de tanımışlardı Alptek’i.

İkinci dönemin sonu idi.

Yurtlar bölgesinde bir otobüs dolusu Bursalı bir araya geldik.

Hep beraber bir otobüs kiralayıp döneceğiz Bursa’ya

Bize özel bir otobüs dur dediğimizde duracak git dediğimizde gidecek.

Mezitlerde mola verdik

Resimler çektirdik.

Otobüs yeniden koyuldu yola

Biz en arkada oturuyoruz muavin ile sohbette

Aslında sohbete katılmaya çalışıyoruz Alptek ile muavin arasındaki

Otobüs yavaş yavaş çıkıyor rampayı eh ne de olsa çakma O302 bu

Uzakta bir motosiklet neredeyse aynı hızdayız.

Hangisi diğerini dolduruşa getirdi hangisi hareketlendi hatırlayamadım

Sanırım muavindi otobüsün önüne doğru koşup kapıyı açan

Motosikletteki köylü amcanın kasketi kapıp

Arka kapıdan iade eden

Yüzündeki şaşkınlığı unutamadığım sadece motosikletli değildi

Tüm otobüs donup kalmıştı işte…

Soğuk bir kış günü idi

Lapa lapa yağan kar uğurluyordu bizi Ankara’dan

Otobüsün önden ikinci sırasına yerleşmiştik Alptek ile beraber

Yolculuk çetin geçecekti ama yanında Alptek varsa saatlerde sürse bitmesin dersin.

Mezit boğazına geldiğimizde hava iyice kararmıştı.

Otobüsün farları yolu değil lapa lapa yağan karı gösteriyordu sanki

Çetindir Mezit boğazı aynı dereyi 11 köprü ile geçersin

Karşıdan gelen araç yok yol heran kapanacak gibi.

Bir varsak diyoruz İnegöl’e sonrası kolay

Alptek her beş dakikada bir fırlıyor ayağa yola bakıyor.

Kurulmuş saat gibi dakik

Cam kenarında oturuyor

Arada ben de uyuyorum ona fırlıyorum ayağa yola bakıp hah kapandı kapanacak diyoruz

Ama Alptek sektirmiyor beş dakika da bir ayakta

Sonunda bitiverdi yanımızda muavin

“Gençler” diye söze başladı

Bizim gözümüz yolda

“Siz her ayağa kalktığınızda tüm otobüs fırlıyor ayağa” demez mi

Yol bitiverdi o anda bizim için

Kahkaha ile gülmemek için zor tuttuk kendimizi.

….

Biter mi hiç Alptek ile ilgili anılar

O bende tek bir renk değil birden fazla rengin biranda görülmesi

Artık sizde tanıyorsunuz sevgili dostum Alptek’i…

 

4/12/2011

DARI AMBARI

Şu Türk basını bazen çok saf olabiliyor.

Neredeyse tamamı hükümete yalakalığı abartmış durumda

Manşetlerde nasıl mükemmel bir ülkede yaşadığımız haberlerinden geçilmiyor.

Doktoruna hasta bakmasını yasaklayıp

İthal doktor arayan bir ülke

Yatırım için yabancı sermaye sıraya girmiş

Herşey güllük gülistanlık

Hatta iflasını açıklayan Yunanistan’a bile bıyık altından gülüyorlar

Sonra bir bakıyorsunuz yalakalık sevdalısı gazetelerimizde

Araya sıkışmış bir haber

Avrupa’nın en zengin ülkesi Luksemburg.

Merak edip okuyorsunuz.

Yayınlanan tabloya bakıyorsunuz.

O da ne

Battı bitti denen Avrupa da durumu en kötü ülke Türkiye

Allah allah hani dün büyüme de Çin’in arkasından ikinci olup Çin Çin bağlarından zil çalmadılar mı?

Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu böyle

Büyü büyü yoksa büyü dedikleri ne sihirdir ne keramet el çabukluğu mu marifet.

Tekrar okuyorum haberi battı denen Yunanistan’ın milli geliri bizim iki katımız

Luksemburg vatandaşının geliri canım vatandaşımın gelirinin tam beşbuçuk katı

Okudukça sinirleniyorsun.

İtalya hükümeti gitti battı batacak denen İtalya ikibuçuk katı.

Euro 17 bölgesi neredeyse üçe katlamış canım yurttaşlarımın gelirlerini

Asıl gözden kaçan ise acı gerçek.

Aynı tablonun yanında bir de gider tablosu var

Yani gelirin yanında tüketilen rakkamı da vermişler.

Neredeyse tamamı gelirinden daha az tüketiyor.

Luksemburg sadece yarısını harcıyor gelirinin

Batan Yunanistan ile İtalya bile gelirinden az tüketiyor.

Gelirinden fazla tüketenlerin başında ise canım Türkiyem geliyor.

Yani kazanmadan harcıyoruz.

Bırakın gelecek için biriktirmeyi.

Bırakın büyümek için, yatırım yapmak için kazanmayı.

Büyümeyi büyümiks reklamları ile karıştırıyorlar.

Yine de….

Saf tarafı var bizim basının canım.

Halk kendisini darı ambarında görsün isteyenler böyle bir haberi nasıl gözden kaçırırlar anlaşılır gibi değil.

 

(merak edenler için haberin linki  http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/19454828.asp)

 

 

TELDEN ARABA

Bahçeli bir evde doğdum.

Çocukluğumda bahçeli bir evde geçti.

Sokağımızdaki evlerin biri hariç hepsi bahçeli idi.

Aşağı köşedeki caminin hemen üstündeki evin kapısında apartman yazıyordu.

O bile sadece 3 katlı idi.

Tüm çocuklar sokakta oynardık.

Neler mi oynardık.

Genelde kızlı erkekli karışık oyunlarımız vardı

Kızlar büyüdüklerine karar verip aramızdan tektek ayrılana kadar

İstop oynadık,

Yakartop oynadık

İp atladık

Ayak ipi oynardık

Taş sektirirdik.

Saklambaç ve elim sende oyunları vazgeçilmez oyunlardı.

Şimdi istop nedir der gibi baktığınızı düşünüyorum.

Çok eğlenceli idi.

Bir top yeterdi oynamak için.

Ebe olan topu havaya atar ve birinin adını söyler.

Geriye kalan herkes mümkün olduğu kadar uzağa kaçardı.

Oyunda önemli olan topu yakalayandan sizi vuramayacağı mesafeye kaçmaktı.

Yakartop ta benzer bir oyundu.

İki rakip oyunucunun arasında durur attıkları toplardan kaçmaya çalışırsınız.

Atılan topu yere düşürmeden yakalarsanız ilave bir can kazanırdınız.

Ayak ipi de gelişme çağındaki çocuklar için geliştirimiş bir oyundu sanki.

Ayaklarınızı yerden kesen bir oyundu tıpkı ip atlama gibi.

Özellikle kızlar oynarlardı.

Ne kadar da çok oyun varmış oynadığımız

Bir telden arabayı yazmak isterken, neler varmış neler…

Bizim cilli dediğimiz kim yerde misket kimi yerde bilya diye bilinenler ile

Kafa karış ve mors oynardık.

Sokağın toprak olan bölümlerinde küçük kuyular kazıp

Bilyaları sırasıyla o kuyulara sokmaya çalışırdık.

Bugün golf diye bilinen zengin aristokrat sınıfının oyununa çok benzerdi

Çok şaşırdınız değil mi?

Hangisi daha eski bilemiyorum.

Resimli romanların üzerine attığımız bozuk parada bir oyundu

Şimdi fark ediyorum biz erkeklerin kumar tutkusu çocuk yaşlarda başlamış.

Para üzerinde durmasın diye kitap kapaklarını cilalardık.

Ayakkabı cilası sürerdik evet

Güzelce parlasın ve kaygan olsun diye de kadife bir bezle saatlerce ovalardık.

Kader kısmet vardı, yine bir şans oyunu

Gofret verirdik boş yeri kazıyanlara büyük ödül mü bir paket çikolata idi.

Futbol vazgeçilmezimizdi hepimizi

Arka sokak ile yaptığımız maçlar unutulur gibi değil

Sokakta evet

Araba mı ne arabası sokağa giren sadece 2 araba vardı

Biri yeşil bir Anadol

Diğeri de gıda toptancılığı yapan komşumuzu dükkanı pardon kamyoneti.

Kızların vazgeçilmezi evcilik ile ayak ipi idi.

Büyüdükçe el emeği oyunlarda arttı.

Kızlar evde paçavralardan yorgan içine tıkılan yünlerden bez bebekler yapmaya başladı.

Bizlerde bilyalı arabalar (torent) ile telden arabalar.

Kimi yörelerde bilyalı arabalara  torent dendiğini yeni öğrendim.

Sormayın ben de bulamadım anlamını

Biz bilyalı derdik.

Tahta bir sandık altına dört bilya takarsın.

Salarsın kendini sokağın üstünden aşağıya doğru.

Kırılır yeniden yaparsın.

Bir süre sonra kontrol etmek istersin aşağıya doğru inerken.

Öne taktığın bilyaların olduğu parçayı hareketli yaparsın

O parçanın iki ucuna da ip bağlayıp kontrol etmeye çalışırsın.

Yine de kolayca parçalanır.

Nasıl dayansın ki.

Haftada 2 tane parçalardık.

Birden sokaktaki tüm çocuklara bisiklet alındı.

Bana kocaman bir üç tekerlekli bisiklet.

Sonra da bilyalı yasağı

Bilyalı ile kayaraken çıkardığı ses şimdi düşünüyorum da çok dayanılır gibi değildi.

Bilyalı modasını birden tel arabaya kaptırdı.

En sevdiğim işti tel araba yapmak.

Şimdi diyorum keşke bunları fotoğrafla ölümsüzleştirseymişim.

O gün belli idi benim kaportacı olacağım.

17 telden arabam vardı

Bazılarında vites bile yapmıştım işe yaramasa da görüntü olarak

Popüler modellerin hepsinden vardı

Kamyon, otobüs bile

Nedense en çok Devrim arabasına benzetmeye çalıştığımı severdim

Ne Mercedes ne de BMW

Hergün Devrim ile oynardım.

Arabalarımızı gezdirirdik

Süslerdik

Bende adını Devrim koymuştum.

Devrimin kapıları açılır kapanırdı.

Bir kalem pile bağlı iki ampül ile ön farları bile vardı.

Pek havalı idi.

Geriye kalan herşeyi telden bu arabanın

….

 

5/01/2012

35 mm.

ODTÜ de ilk aylarımdı.

1980 sonrası gelenler bilir.

Yasakların çok olduğu dönemdi.

Staddan DEVRİM yazısı silinememiş olsa da,

Stadın yanındaki ağaçlık alandan bölümlere geçmek yasaktı.

Mühendislikte okuyup yurtlarda kalanlar stadın etrafında tur atmak zorundaydılar.

Sık sık sokağa çıkma yasakları vardı o günlerde ülkede.

Hafızam beni yanıltmıyorsa, 1980 sonrası ilk oy kullanımında

Gazetelerin birinde yarın oy kullanacağız sokağa çıkma yasağına uyalım diye manşet atmıştı.

Nasıl yani sokağa çıkmadan oy kullanmak…

ODTÜ de bu yasaklaradan bolca nasiplenmişti.

Ağaç altında oturmak yasak

Ağaçlık alandan geçmek yasak

İki ağaç arasında durup dilek tutmak serbest

3 kişinin yan yana yürümesi bile yasaktı.

Ankara’nın ayazına da alışmıştım ama bana yasaklar zor geliyordu.

Ankara’nın ayazı insanın iliklerine kadar işler.

O hafta Tunalı Hilmi’den 35 mm küçük bir fotoğraf makinası almıştım.

36 Pozluk filmi de içine takmıştım.

Çocukluktan beri fotoğraf çekmeye ilgim vardı.

İlk makinam hani şu çekip hemen fotoğrafı veren paloroid marka makina idi.

Her ne kadar filmini temin edip hevesimi alamasam da

Sonra Zenith marka bir makina edindim.

Marka Kril alfabesi ile yazılı olsa da Zenith yazdığı anlaşılıyordu.

Taşıması zor olduğu içinde bir tane basit bir makina almıştım kendime

Film ve banyo pahalı olduğu için öyle şimdi olduğu gibi her gördüğümüzü çekemiyorduk.

O pazar günü yine sokağa çıkma yasağı vardı.

Yurda hapis olmuştuk.

Oda arkadaşım Susku, “Oğlum makina aldın bari fotoğraf çekinelim.” dedi.

Oda içinde çekilen 1-2 kare kimseye yatmedi tabii.

Yurt binasının yan tarafında hemen kantinin üstüne kadar inen yangın merdiveni vardı.

Sık sık orada merdivenlere oturur Tolga’nın bize özel konserlerini dinlerdik.

Tolga, sazı ile sözü ile kulağımızın pasını alırdı.

Dışarısı çok soğuk olmasına rağmen yangın merdiveninde ve kantinin üzerinde birkaç poz çektik.

Hepimiz odaya dönmüştük ki anons duyuldu…

“Yangın merdiveninde fotoğraf çekilen arkadaşlar fotoğraf makinası ile birlikte lütfen danışmaya”

Biribrimizin yüzüne bakıp yerimizden kalktık.

Gayri ihtiyari paltolarımızı aldık üzerimize

Ayaklarımızda terlikle indik danışmaya

Danışmanın önünde bir onbaşı ve arkasında iki asker

Onbaşı “Sizmiydiniz fotoğraf çekenler” sert bir ses tonu kullanarak sordu.

“Bizimle beraber karakola geleceksiniz.”

Ayakkabı giymemize dahi izin vermediler.

Yurtlar bölgesinin üstünde 100. Yıl sitesine geçiş kısmında bir Jandarma Karakolu vardı.

Oraya götürdüler üçümüzü…

O kapıdan da okula giriş çıkış yasaktı.

Karakolun önüne geldiğimizde beklememizi söyledi onbaşı

Fotoğraf makinasını alıp karakol binasından içeriye girdi.

Ayazda bekleyişimiz uzadıkça üşümeye başladık.

Kapıda duran asker içeriye almıyor.

Bilgide verilmiyor.

Baktım olacak gibi değil

Aklınca işkence ediyorlar bize

Yere oturdum.

İki dakikaya kalmadı onbaşı çıktı geldi yanıma

“Ayağa kalk” diye uyardı.

“Geleli neredeyse 2 saat oldu bizi neden bu soğukta bekletiyorsunuz” diye sordum.

“Ayağa kalk” diye tekrarladı.

“Sen soruma yanıt verene kadar kalkmıyorum” dedim.

İnatlaştığımı gören nöbetçi subayı içeriden seslendi, “Gelsinler.”

Üçümüz girdik odaya fotoğraf makinası Nöbetçi subayının elinde.

Yeni mezun bir teğmen…

Başladı sorguya….

“Siz ne çektiniz orada”

“Fotoğraf”

“Neyin, nerenin fotoğrafları.”

“Birbirimizin”

“Siz benim karakolun fotoğraflarını çekiyordunuz”

Kısa süren şaşkınlığımın içinde “Neee” diyebildim sadece

“Askerlerimin nöbet saatlerini belirlemek için fotoğraflarını çektiniz.” deyince

“Teğmen elindeki makina son derece basit bir makina, gözümün dahi göremiyeceği kadar uzak mesafede ki insanları bununla nasıl çekerim?”

“Sizlerde herşey beklenir.”

“Kimlerden?”

“Sizlerden”

Allah allah biz kimiz ki?

“Teğmen, makina da bu bölgenin tek fotoğrafı yok”

“Nereden bileyim olmadığını.”

“Tab ettir görürsün”

“Burada o imkan yok”

“Çıkarayım filmi sana vereyim.”

“Yok film yanar.”

“İfadelerimizi al, yerimiz belli yurdumuz belli. Fotoğraf makinası da sende kalsın. Tab ettirince bize verirsin.”

“Olmaz siz kaçarsınız sonra”

Nereye kaçacağız biz kimiz bizim bilmediğimiz bizim hakkımızda birşey mi biliyor bu adam

“Eeee bizi böyle filmi tab ettirene kadar tutacakmısın?”

“Yanınıza asker vereyim gidin tab ettirin gelin”

“Olur ne yapalım.”

Onbaşı ve iki askerle yeniden bindik kamyonete.

Tabii askerle üşümesin onlar ön kabinde

Biz üç suçlu kamyonetin arkasında

Ayaz vuruyor bir taraftan

Ayaklarımızda naylon terlikler

Bulduğumuz pis bir battaniyeyi üçümüz ayaklarımıza örttük.

Sokağa çıkma yasağının uygulandığı Ankara sokaklarında açık fotoğrafçı arıyoruz.

Yasağı delip dükkanına gitmiş bir cesur yürek

Hem de askerler ile

Emek, Bahçeli, Tandoğan, Maltepe derken Kızılay’a geldik.

Ana caddelerde bile tek araç bizimkisi

Hava neredeyse kararacak

Güven parka çok yakın bir yerde bir fotoğrafçının ışığının yandığını fark ettik.

Uzunca bir süre zilini, camını, kapısını çaldık ama içeriden ses yok.

Vaz geçip gittiğimizi sanarak balkona çıkmasa görmeyecektik.

Yalvardık tab etsin diye ama

“Manyakmısınız ya sokağa çıkma yasağı var yanınızda askerle açık yer arıyorsunuz. Açamam başım belaya girer sonra. İşler yoğun diye dükkanda yattım ben.” diye söylenip şaşkın gözlerle bize baktı.

Hemen arkasını dönüp içeriye girdi.

Onbaşı, “Dönelim artık, adam haklı açık yer bulamayız.” deyince

Aha jeton sonunda düştü diye içimden geçirdim.

Bu arada hava iyice karamıştı.

Karakola döndüğümüzde onbaşı kendi kendine söyleniyordu…

“Bunlar yüzünden karavanayı da kaçırdık şimdi soğuk soğuk yiyeceğiz” diye

Teğmen karşısında ayakta dikilen bizlere aldırmadan

Bir yarım saat daha evirdi çevirdi fotoğraf makinasını

Sonra oda dan çıktı.

Bir saat sonra gelip

“İyi peki sizin ifadelerinizi alsınlar. Yarın filimi tab ettirip negatifleri bana getirin. Kaçmaya da kalkmayın.” dedi.

Ertesi gün filmleri tab ettirip negatiflerini de karakola götürüp bırakmıştım.

Elindeki gelişmiş dürbün ile zar zor gördüğü bizlerin güzel başlayan bir günde

35 mm fotoğraf makinası ile çektiği birkaç hatıra fotoğrafı 10 saatten fazla süren bir işkenceye dönmüştü.

O günden sonra o makinayı bir daha hiç elime almadım.

Bir ay sonra yurtta başka bir arkadaşa sattım.

En garibi en kötüsü ise

Hayat kurtarmak için yaptırılan yangın merdivenleri ertesi gün kilitlendi.

Yangın merdivenine açılan kapıların üzerine de

“ANAHTAR DANIŞMADA DIR.” notu asıldı.

17/01/2012