Nate Furuta’nın “Problemleri Kabullen, Başarıya Ulaş” kitabı, Toyota tarzı yönetim sistemini ve bu sistemin problem çözme yaklaşımını derinlemesine inceliyor. Okumanızı ve yararlanmanızı tavsiye ederim. Kitap, Toyota’nın küresel başarısının arkasındaki en önemli faktörlerden birinin, problemleri hızlıca bulma, tanımlama, kabullenme ve çözme yeteneği olduğunu vurguluyor. Ancak Furuta’nın ortaya koyduğu bu sistem sadece iş dünyasıyla sınırlı kalmıyor. Aslında, matematik ve felsefe gibi disiplinlerde de binlerce yıldır bu problem çözme yaklaşımı farklı formlarda karşımıza çıkıyor.
Bir problemi tanımlamak, o problemi çözmenin ilk adımıdır. Furuta, problemleri anlamak ve kabullenmek için çaba göstermedikçe çözüm yollarının da bulanıklaşacağını öne sürer. İşte burada, tarihe dönüp baktığımızda, matematik ve felsefede karşılaşılan ilk problemleri hatırlamak bu anlayışı daha da derinleştiriyor. Bu problemler, çözüm süreçlerinin başlangıcında nasıl tanımlandıklarıyla yakından ilişkilidir.
Tarihteki ilk matematik problemine bir örnek olarak, M.Ö. 1700’lü yıllarda Mısır’da yazılan Ahmes papirüsü karşımıza çıkar. Bu papirüste sorulan matematik problemi, cebirsel çözümün ilk örneklerinden biri olarak kabul ediliyor. Ahmes, bu problemi çözmek için bugünkü anlamda bir cebir işlemi yapmıyor; sembollerle ve geometrik düşüncelerle sorunu ele alıyor. Ancak problemin doğru şekilde tanımlanması, çözümün ilk adımını oluşturuyor. Burada önemli olan şey, problemi doğru bir şekilde tanımlamanın, çözüm sürecini de kolaylaştıran bir unsur olduğudur.
Felsefeye baktığımızda ise, karşımıza Thales gibi ilk filozoflar çıkıyor. Thales, evrenin temel maddesi olarak suyu önermiş ve bu temel maddeyi, yani “arkhe”yi bulmaya çalışmıştır. Thales’in bu çabası, doğadaki her şeyin bir ilk maddeye dayandığını gösteren ilk felsefi yaklaşımlardan biridir. Ancak bu problemi tanımlama süreci, felsefi düşüncenin doğasında yatan en büyük zorluklardan birini de açığa çıkarır: problemi tanımlamak ve sınırlarını belirlemek, çözüm bulmaktan bile zor olabilir.
Bu noktada, problemi tanımlamanın sadece bir başlangıç değil, aynı zamanda çözümün de kritik bir parçası olduğu sonucuna varabiliriz. Bu perspektif, Toyota’nın iş dünyasında uyguladığı problem çözme süreçleriyle örtüşüyor. Toyota’da da olduğu gibi, önce problemi doğru bir şekilde tanımlamak, ardından onu kabullenmek ve nihayetinde çözüm yolları aramak başarıya giden en etkili yöntemlerden biridir.
Bu yazıda, problem çözme sürecinin tarihsel arka planını inceleyecek ve hem matematikte hem de felsefede karşılaşılan ilk problemlerin nasıl ele alındığını tartışacağız. Ardından Toyota’nın ünlü problem çözme yöntemiyle bu tarihsel süreçleri kıyaslayacak, Taiichi Ohno’nun yönetim felsefesine dair detaylara ineceğiz. Bu kapsamda, problemleri bulmanın, kabullenmenin ve çözmenin sadece geçmişin değil, bugünün ve geleceğin de en büyük başarı anahtarlarından biri olduğunu göreceğiz.
Gelin önce tarihte biline ilk matematik problemi ile başlayayım yazmaya.
Tarihsel olarak bilinen ilk matematik problemi, M.Ö. 1700 yılında Mısır papirüslerinde yer alan bir soruya dayanıyor. Ahmes adlı bir yazar tarafından yazılan bu problem, modern cebir kavramlarının temelini atan bir soru olarak kabul ediliyor. Bu papirüste yer alan soru şu şekilde:
“Bir uzunluk, kendisinin yedide biri kadar bir başka uzunlukla toplandığında sonuç 19 ise, bu uzunluğun kendisi ne kadardır?”
Bugün bu soruyu çözmek için cebirsel denklemler kullanıyoruz. Şu şekilde basit bir denkleme dönüştürebiliriz:
Bu denklem çözülerek x = 16.625 sonucu elde edilir. Ancak Ahmes’in bu problemi çözme şekli, bugünkü matematiksel sembollerle değil, bir dizi semboller ve şekillerle yapılmıştır. Bu durum, o dönemde matematiksel problemlerin nasıl ele alındığını ve çözüldüğünü anlamak açısından önemlidir.
Ahmes’in yaptığı şey, cebirsel bir çözümün temellerini atmaktır, ancak bu çözümü o dönemde kabul edilen matematiksel dil ve sembollerle ifade eder. Önemli olan nokta, matematiksel bir problemin çözümü için önce doğru bir şekilde tanımlanması gerektiğidir. Ahmes, uzunlukların ve bölümlerin nasıl bir araya getirileceğini doğru bir şekilde belirleyerek, problemi çözmenin yolunu açmıştır.
Bu ilk matematik probleminin çözüm süreci, aslında bugün matematiksel problemlere nasıl yaklaştığımız konusunda da bize ışık tutuyor. Bir problemi çözmeye başlamadan önce, onu tanımlamak ve sınırlarını belirlemek önemlidir. Ahmes’in bu problemi tanımlarken izlediği adımlar, matematik tarihinde önemli bir dönüm noktası olarak kabul edilir. O dönemde semboller ve şekillerle yapılan bu çözüm, modern cebir anlayışının ilk adımlarını oluşturmuştur.
Matematiksel problemlerde doğru tanımlama, çözümün belki de en kritik adımıdır. Bugün bile öğrenciler ve bilim insanları, matematik problemlerine yaklaşırken ilk olarak problemin sınırlarını belirlemeye ve hangi bilgilere sahip olduklarını doğru bir şekilde anlamaya çalışırlar. Ahmes’in yaptığı gibi, bir problemin doğru bir şekilde tanımlanması, onun çözümünün yolunu açar.
Bu ilk matematik problemi, aynı zamanda matematiksel düşünce sisteminin nasıl geliştiğini ve zamanla nasıl evrildiğini gösterir. Ahmes’in problemi çözme şekli, o dönemde kabul edilen matematiksel yöntemlerle modern matematik arasında köprü kurar. Bu açıdan bakıldığında, matematikte problemi tanımlamak ve çözmek, tarih boyunca değişmeyen bir süreçtir.
Matematik o yüzden benim her zaman favorim olmuştur. Oysa sistemin merkezinde insan vardır. İnsanın olduğu yerde ise felsefe devreye girer.
Felsefede ilk problemlerden biri, Thales tarafından ortaya atılan “arkhe” kavramıdır. Thales, evrenin temel maddesinin ne olduğunu sorgulayan ilk filozoflardan biridir ve bu soruya suyun her şeyin temeli olduğunu söyleyerek yanıt vermiştir. Thales’in “arkhe” olarak suyu önermesi, evrenin ilk maddesi veya ilkesi arayışında olan felsefi bir düşünce sistemini temsil eder.
Thales’e göre her şeyin temelinde su vardır. Bu, onun doğayla olan gözlemleri sonucunda ulaştığı bir sonuçtur. Su, yaşamı sürdüren temel bir unsurdur; denizlerle olan ilişkisi, suyun tüm canlılar için vazgeçilmez olduğu gerçeğini gözler önüne sermiştir. Dolayısıyla Thales, evrenin ve varoluşun temel maddesinin su olduğuna inanmıştır. Ancak burada önemli olan şey, Thales’in bu problemin tanımını nasıl yaptığıdır.
Thales’in yaptığı şey, evrenin temel maddesini sorgulamak ve doğadaki gözlemlerini kullanarak bir sonuca varmaktır. Ancak bu süreç, problemin doğru bir şekilde tanımlanmasını gerektirir. Thales’in suyu temel madde olarak kabul etmesi, felsefi bir problemi tanımlamak için izlediği bir yoldu. Onun bu problemi ele alma şekli, daha sonra gelen filozoflar için de bir yol gösterici olmuştur.
Felsefede bir problemi tanımlamak, onu çözmek kadar önemlidir. Thales’in suyu temel madde olarak görmesi, doğa felsefesinin ilk adımlarını oluşturur. Ancak bu yaklaşım, daha sonra gelen Anaksimandros ve Anaximenes gibi filozoflar tarafından eleştirilmiş ve farklı şekillerde yeniden tanımlanmıştır. Felsefi problemleri tanımlamak, tıpkı matematikte olduğu gibi, çözümün ilk ve en önemli adımıdır.
Hemen aklınıza “Arkhe” kavramını duyunca arka kavramı geliyor. Arkanızı korumaktan hayatın tadını çıkarmadığınızı düşünüyorsunuz.
Thales’in suyu “arkhe” olarak kabul etmesi, Miletos Okulu’nun doğa felsefesine dair ilk büyük adımıydı. Ancak bu düşünce, ondan sonra gelen filozoflar tarafından yeniden ele alındı ve farklı şekillerde genişletildi. Thales’in öğrencilerinden biri olan Anaksimandros, arkhe kavramını su ile sınırlandırmanın yetersiz olduğunu düşünüyordu. Ona göre, evrenin temel maddesi sınırlı bir şey olamazdı; aksine, her şeyin kaynağı sınırsız ve belirsiz bir madde olmalıydı. Bu maddeye “apeiron” adını verdi.
Anaksimandros’un “apeiron” kavramı, felsefi düşüncede önemli bir dönüm noktasıdır. Apeiron, sonsuz ve belirsiz bir şeydir; tüm türevlerinden önce gelir ve var olan her şeyin ilk ilkesidir. Bu düşünce, Thales’in suya dayalı arkhe anlayışına radikal bir alternatif sunar. Thales doğrudan doğadaki gözlemlerine dayanarak suyu temel madde olarak belirlerken, Anaksimandros evrensel bir ilke arayışına girmiştir. Bu ilke, sınırsız ve şekilsiz bir madde olmalıydı, çünkü evrenin çeşitliliği ve karmaşıklığı ancak bu tür bir maddeden türeyebilirdi.
Anaksimandros’un tanımladığı apeiron, sınırların ötesinde bir maddeydi ve evrendeki her şeyin kaynağı olarak kabul ediliyordu. Ona göre, sınırsız olan bu madde, zamanla farklı şekillerde yoğunlaşıp seyrelerek evrendeki tüm varlıkları meydana getiriyordu. Anaksimandros’un bu yaklaşımı, felsefi problemlerin nasıl tanımlandığı ve bu tanımların çözüme nasıl yön verdiği konusunda önemli dersler sunar. Thales gibi, Anaksimandros da problemi tanımlarken doğadaki gözlemlerden yola çıkmış, ancak sonuç olarak felsefi düşünceyi daha soyut bir düzleme taşımıştır.
Anaksimandros’un öğrencisi Anaximenes ise, apeiron kavramına karşı çıkarak daha belirgin bir arkhe tanımı ortaya koydu. Ona göre, evrenin temel maddesi hava olmalıydı. Anaximenes, havanın hem sonsuz hem de gözlemlenebilir bir madde olduğunu düşünüyordu. Hava, yoğunlaşarak katı maddeleri, seyrelerek ise ateşi oluşturuyordu. Ayrıca hava, solunum yoluyla canlı varlıkların yaşamını destekleyen temel unsurdu. Bu nedenle Anaximenes, evrendeki tüm varlıkların temelde havadan meydana geldiğini öne sürüyordu.
Bu üç filozofa baktığımızda, her birinin aynı problemi farklı şekillerde tanımladığını görüyoruz: Evrenin temel maddesi nedir? Thales suyu, Anaksimandros sınırsız ve belirsiz bir maddeyi (apeiron) ve Anaximenes ise havayı temel madde olarak önermiştir. Her biri aynı soruyu sormuş, ancak farklı cevaplar bulmuştur. Bu farklı cevaplar, problemin nasıl tanımlandığına ve hangi perspektiften bakıldığına bağlı olarak değişir.
Bu felsefi tartışma, problemleri tanımlama sürecinin çözümün kendisi kadar önemli olduğunu gösterir. Eğer problemi doğru bir şekilde tanımlarsak, çözüm yolları da o kadar netleşir. Ancak tanımlama süreci, felsefe tarihinin gösterdiği gibi, kendi içinde karmaşık bir iştir ve çözüm arayışını derinleştirir. Felsefi problemlerde olduğu gibi, iş dünyasında da problemin tanımlanması, çözüm sürecinin en önemli adımlarından biridir.
Miletos Okulu’nun ardından Pythagoras, felsefede ve matematikte önemli bir adım atarak arkhe kavramını daha farklı bir perspektiften ele aldı. Pythagoras’a göre, evrenin temel maddesi “sayı”ydı. Onun düşüncesine göre, evrendeki her şey sayılara indirgenebilirdi ve sayılar, evrenin yapısındaki uyumu ve düzeni açıklıyordu. Pythagoras, evrendeki her şeyin sayıların düzeniyle bir arada olduğunu ve bu düzenin matematiksel bir harmoni yarattığını savunuyordu.
Pythagoras’ın bu düşüncesi, özellikle müzikte sayılarla uyum ve harmoni arasındaki ilişkiyi keşfetmesiyle daha da güçlendi. O, müzikteki notalar arasındaki ilişkilerin belirli matematiksel oranlarla ifade edilebileceğini fark etti. Bu keşif, sayıların sadece matematiksel hesaplamalar için değil, aynı zamanda evrendeki uyum ve düzeni açıklamak için de kullanılması gerektiği fikrini doğurdu.
Pythagoras’ın felsefi düşüncesinde, sayı sadece matematiksel bir araç değil, aynı zamanda evrenin temel yapı taşı olarak kabul ediliyordu. Ona göre, evrendeki her şey sayılar aracılığıyla açıklanabilir ve anlaşılabilirdi. Bu ontolojik yaklaşım, sayıların evrendeki her şeyin temelini oluşturduğu bir düşünce sistemine dayanıyordu. Pythagoras, matematiği ontolojik bir perspektifle birleştirerek felsefeye yeni bir boyut kazandırdı.
Bu yaklaşım, sadece matematiksel problemlerin değil, felsefi problemlerin de çözülmesinde önemli bir rol oynadı. Sayılar aracılığıyla evreni açıklamak, problemleri tanımlamanın bir yolu haline geldi. Pythagoras’ın bu düşünceleri, sonraki filozoflar ve matematikçiler için bir temel oluşturdu. Bugün bile sayıların evrendeki uyum ve düzeni açıklamada ne kadar önemli bir rol oynadığına dair Pythagoras’ın izlerini görmek mümkündür.
Pythagoras’ın sayılara dayalı problemi tanımlama ve çözme yaklaşımı, matematiksel ve felsefi düşüncenin nasıl iç içe geçebileceğine dair güçlü bir örnektir. Problemleri doğru bir şekilde tanımlamak, çözüme giden yolun ilk ve en önemli adımıdır. Pythagoras, bu anlayışı hem matematiksel hem de ontolojik bir düzlemde göstermiştir.
Tarihteki matematiksel ve felsefi problem çözme süreçlerine baktıktan sonra, modern dünyada problem çözmenin nasıl bir evrim geçirdiğini incelemek ilginçtir. Toyota tarzı yönetim sisteminin kurucularından biri olan Taiichi Ohno, problemlerin çözümüne yönelik geliştirdiği yöntemlerle Toyota’yı küresel bir başarıya taşıyan önemli isimlerden biridir. Taiichi Ohno’nun problem çözme yaklaşımı, tarih boyunca şekillenen problem tanımlama ve çözüm süreçlerinin bir yansıması gibidir.
Toyota’nın üretim sistemi, iş dünyasında problem çözme konusunda bir devrim niteliğindeydi. Bu sistem, sadece sorunları çözmekle kalmıyor, aynı zamanda bu sorunları bulma ve kabul etme sürecine de büyük önem veriyordu. Toyota üretim sistemi, iş süreçlerinde sürekli iyileştirme (Kaizen) ve israfın (Muda) önlenmesi prensiplerine dayanıyordu. Taiichi Ohno, bu sistemin temelini atarken, her problemin çözümünün önce onu doğru bir şekilde tanımlamakla başladığını vurguluyordu.
Ohno’ya göre, bir problemi çözmeden önce onun ne olduğunu doğru bir şekilde anlamak gerekiyordu. Bu, matematikte ve felsefede olduğu gibi, iş dünyasında da geçerli bir ilkeydi. Toyota tarzı yönetim sistemi, problemleri bulma ve kabullenme sürecine büyük önem veriyor; çözümler ise bu süreçlerin ardından geliyordu. Taiichi Ohno, her çalışanın kendi iş alanındaki sorunları tespit etmesini ve bu sorunları kabullenip çözmek için harekete geçmesini teşvik eden bir yaklaşım geliştirdi.
Bu yaklaşımın temelinde, problemleri çözme yeteneğinin yanı sıra problemleri bulma ve doğru bir şekilde tanımlama yeteneği yatıyordu. Toyota’da bu süreç “Jidoka” ve “Kaizen” kavramlarıyla ifade ediliyordu. Jidoka, bir hata ya da sorun olduğunda üretimi durdurma ve sorunu tespit etme sürecini ifade eder. Kaizen ise sürekli iyileştirme prensibini benimser; bu süreçte, her çalışan mevcut durumları sorgulayarak daha iyiye ulaşma çabası içindedir.
Ohno’nun bu yaklaşımı, sadece Toyota için değil, tüm iş dünyası için devrim niteliğindeydi. Üretim süreçlerinde ortaya çıkan sorunları bulmak, tanımlamak ve çözmek, Toyota’nın rekabet gücünü artıran en önemli faktörlerden biri oldu. Ohno, problemlerin kabullenilmeden çözülemeyeceğini vurguluyordu; bu nedenle her aşamada çalışanların sorumluluk almasını ve problemleri sahiplenmesini sağladı.
Toyota tarzı yönetim sistemi, matematiksel ve felsefi problem çözme süreçleriyle birçok benzerlik taşıyor. Ahmes’in matematikte yaptığı gibi, Ohno da önce problemi tanımlamaya büyük önem verdi. Thales ve Anaksimandros’un yaptığı gibi, Toyota’da da problemin sınırlarını ve kaynağını anlamak, çözüm sürecini hızlandıran en önemli adımdı. Taiichi Ohno’nun problem çözme yaklaşımı, iş dünyasında problemlerin tespiti, kabullenilmesi ve çözülmesi sürecine dair bir devrim yarattı.
Taiichi Ohno’nun Toyota üretim sistemine dair ilk büyük problemi tanımlaması ve çözmesi, israf (muda) kavramıyla ilgiliydi. Toyota’da, üretim süreçlerinde en büyük sorunlardan biri, israf edilen malzeme, zaman ve emekti. Ohno, bu sorunu fark etti ve Toyota’nın daha verimli çalışması için israfı minimize etmeyi hedefleyen çözümler geliştirdi.
İlk olarak, üretim hattındaki duraklamalar ve gereksiz işlemler, verimlilik açısından büyük bir problem teşkil ediyordu. Ohno, üretim sürecinde her aşamayı titizlikle analiz ederek, gereksiz işlemleri ortadan kaldırmayı başardı. Bunun yanı sıra, her işçinin üretim hattındaki sorunları tespit etmesi ve bu sorunları kabullenmesi, Toyota’da problemleri çözmenin bir parçası haline geldi.
Ohno, aynı zamanda Toyota üretim sistemine “Jidoka” ve “Just-in-Time” gibi yenilikçi yöntemler ekledi. Bu yöntemler, üretim süreçlerinde meydana gelen sorunların hızlıca tespit edilmesini ve çözüme ulaştırılmasını sağladı. Jidoka, üretim hattında bir sorun olduğunda, hattın otomatik olarak durdurulmasını ve sorunun çözülene kadar üretimin devam etmemesini ifade eder. Bu yöntem, Ohno’nun problem çözme yaklaşımının önemli bir parçasıdır.
Toyota üretim sisteminde problemleri tespit etmek ve bu problemleri hızlıca çözmek, Taiichi Ohno’nun liderliğinde geliştirilen en önemli yeniliklerden biri oldu. Ohno, problemi tanımlamanın çözüm sürecinin ilk ve en önemli adımı olduğunu vurgulayarak Toyota’nın küresel başarısının temelini attı.
Problemleri tanımlamak, kabullenmek ve çözmek, tarihin her döneminde başarının anahtarı olmuştur. Matematikte Ahmes’in çözüm yöntemlerinden felsefede Thales ve Pythagoras’ın sorunları ele alışına, iş dünyasında ise Taiichi Ohno’nun Toyota tarzı yönetim sistemine kadar, problemler hep aynı döngü içinde ele alınmıştır: önce tanımla, sonra kabullen ve nihayet çöz.
Matematikte ve felsefede olduğu gibi, iş dünyasında da doğru problem tanımı, çözüme ulaşmanın ilk adımıdır. Toyota’nın küresel başarısında da bu ilkenin etkisi büyük olmuştur. Nate Furuta’nın “Problemleri Kabullen, Başarıya Ulaş” kitabı, Taiichi Ohno’nun liderliğinde geliştirilen bu sistemin nasıl başarıya ulaştığını anlatırken, problem çözme sürecinin tarihsel arka planına da ışık tutuyor.
Problemler doğru tanımlandığında, çözüm yolları da bir o kadar netleşir. Matematikte, felsefede ve iş dünyasında bu ilke geçerliliğini korumaya devam ediyor ve gelecekte de problemleri bulma, tanımlama ve kabullenme süreçleri başarıya ulaşmanın en önemli basamakları arasında yer alacak.
Sizin en büyük probleminiz nedir?